25 Haziran 2005
Türkçe’de
yapmak ve etmek fiilleri —elbette istisnaları olmakla
birlikte— farklı sözcüklerle kullanılır. Her iki fiilin anlamı da esasen
birdir, ancak ne gariptir ki yapmak fiilini daha çok batılı
sözcüklerle kullanırken, etmek fiilini tam da aksine doğulu
sözcüklerle kullanıyoruz. Öyle ya, bizler sabr ederiz, sebat ederiz,
endişe ederiz, dua ederiz, bazen bazı şeyleri kendimize dert ederiz
ve fakat bazı şeyleri sorun mu ediyoruz, sorun mu yapıyoruz buna
bir türlü karar veremeyiz, diğer yandan chat yaparız, sörf yaparız,
banyo yaparız veya kadınlar makyaj yaparlar, bazıları numara
yaparlar, hatta kimileri de artistlik yaparlar, vs.
Acaba yapmak fiili doğulu sözcüklerle kullanılamaz mı?
Elbette kullanılır. Meselâ nisbet yapılır, aşk yapılır. Nitekim bu iki sözcük de Batı dillerinden alınmamıştır, ama yine de Türkçe’de yapmak fiiliyle kullanılırlar.
Elbette kullanılır. Meselâ nisbet yapılır, aşk yapılır. Nitekim bu iki sözcük de Batı dillerinden alınmamıştır, ama yine de Türkçe’de yapmak fiiliyle kullanılırlar.
Burada sözcüklerin gerçek anlamlarını kaybedip mecazî olarak kullanılmış olduklarına dikkat edilmeli. Meselâ Türkçe’de aşk yapılmaz, bilâkis âşık olunur. Aşk yapmak deyişindeki aşk’ın bizim dilimizde, bizim geleneksel kültürümüzde, kadim dünyamızda tanınan/bilinen aşk ile hiçbir alâkası yoktur.
Türkçe'nin inceliklerinden habersiz ve duyarsız nâdan, aşk yapmak deyişini —kaba bir biçimde— seks yapmak mânâsında kullanıyorlar, yani bu taife belki Türkçe konuşuyorlar ama aslâ Türkçe düşünmüyorlar. Duyguları basit birer fiil haline dönüştürmekle gerçekte ruh dünyalarının ne büyük bir bedel ödediğinin farkında bile olmuyorlar. Anlamıyorlar, hissetmiyorlar, duymuyorlar, bu yüzden duyuramıyorlar da. Oysa aşk kavramı Türkçe’de fiil (action) kategorisinde değil, infial (passion) kategorisinde yer alan bir hâlin adıdır.
Böyledir, zira eskiler âşık olurlar, âşık âşık dolaşırlar, aşk olmadan meşkin olmayacağına inanırlar, aşk ile, derler, aşk olsun, diye dua ederler, yani âlemde olan her şeyin aşka münkalib olmasını isterlerdi. Çünkü bilirlerdi ki Cenab-ı Aşk bütün âlemleri aşk ile yaratmıştı, aşk için yaratmıştı, aşk olsun diye yaratmıştı.
Türkçemizde yapmak da, etmek de en nihayet eylemek anlamına gelir, yani birer
fiildirler. Onları isimden ayıran cihet, zaman bildiriyor olmalarıdır.
Niçin?
Çünkü fiil ve eylem demek hareket demektir, hareketin olduğu yerde zaman da vardır. Hareket cisme ârız olduğu gibi, zaman da harekete ârız olur. Eylemin hareket ve zaman bildirmesi, eylemin doğasındandır.
İsim ise bizâtihi sureti itibariyle ne hareket bildirir, ne de zaman. Hareket sözcüğünün kendisi bir isimdir. Bu nedenle hareket sözcüğünün bizatihi harekete delâleti sureti itibariyle değil, mânâsı itibariyledir. Kezâ zaman sözcüğü dahi bir isimdir ve bu sözcüğün de zaman’a delâleti yine mânası itibariyledir; sureti itibariyle değil.
Eylemler hareket ve zaman bildirdikleri için, bir mekânda da olmak zorundadırlar. Mekâna delâlet etmeyen eylem olmaz. (Burada Aristotelesçi kategoriler bahsi hatırlanmalı, bilhassa a‘raz-ı nisbiyye bahsi.)
Klasik Fizik’te
hareketin gerçekleşebilmesi için altı unsurun varolması gerektiği kabul
edilirdi:
1. Hareketin başladığı nokta
2. Hareketin bittiği nokta
3. Hareket edecek cismin mevcudiyeti
4. Hareketin gerçekleşebileceği dört kategori (ki buradan hareket-i kemmiye, hareket-i keyfiyye, hareket-i eyniyye, hareket-i vaziyye olmak üzere dört hareket türü çıkarılırdı.)
5. Zaman
6. En nihayet, hareketi mümkün kılacak bir de illet/sebep.
Hareket
varsa, bu unsurlar da vardır.
O halde eylem varsa hareket, hareket varsa zaman ve mekân da vardır, olmak zorundadır.
O halde eylem varsa hareket, hareket varsa zaman ve mekân da vardır, olmak zorundadır.
Peki ya aşk?
Aşk bir isimdir, zaman bildirmez, zira isimler zamandan da, mekândan da münezzehtir.
Aşk'ın zorunlu olarak gerekli kıldığı lâzimeler ikidir: âşık ve maşûk. Çünkü en başta aşk'ın kavramına sahip olmasaydık, birbirinden bağımsız olarak A ile B'yi âşık ve mâşuk olarak nitelemeyi de başaramazdık. Eğer âşık'ın varlığını düşünebiliyorsak, maşuk'un varlığını da düşünmek zorundayız demektir, zira her ikisinin arasındaki nisbetin adıdır aşk!
İşte kökleri Platon'a kadar giden bu kavrayış nedeniyledir ki bir zamanlar aşkın yapılabileceğine değil, âşık olunabileceğine inanılır, aşka nisbetle ancak varolunabileceği kabul edilirdi.
Modernler aşk sözcüğünü kullanıyorlar ama bir zamanlar anlaşılandan çok başka bir mânâyı
kastediyorlar. Eskiler oluyordu, şimdikiler yapıyorlar.
Kim onlar?
Onlar aşkın failleri. Aşka sahip olduklarını zanneden uyanıklar. Oysa bir zamanlar insana sahip olan aşkın kendisiydi, insan aslâ aşkın faili değildi, olamazdı. Olduğunu hissettiğinde âşık olmadığını da hissederdi. O gerçekte bir araz, bir hâl, bir sıfat.
Gerçek anlamıyla aşk sözkonusu oldukda, kişi fail değil münfaildir, sebeb değil müsebbebdir, illet değil maluldür.
Kim onlar?
Onlar aşkın failleri. Aşka sahip olduklarını zanneden uyanıklar. Oysa bir zamanlar insana sahip olan aşkın kendisiydi, insan aslâ aşkın faili değildi, olamazdı. Olduğunu hissettiğinde âşık olmadığını da hissederdi. O gerçekte bir araz, bir hâl, bir sıfat.
Gerçek anlamıyla aşk sözkonusu oldukda, kişi fail değil münfaildir, sebeb değil müsebbebdir, illet değil maluldür.
Aşkın
geçmişi ve geleceği olmaz, o zaman’da değil an’dadır, mekan’da değil
nokta’dadır, bir'lerde değil birlik'te, varolan'larda değil, varlık'tadır.
Ne garip
değil mi, insanlar âşık olmayı hayal edebiliyorlar ama aşk yapmayı hayal
edemiyorlar, sadece planlayabiliyorlar.
Ey
talib, unutma ki hayal edilir ve fakat plan yapılır.
O halde sen de hiç tereddüd etmeyip hayal edenlerden olmaya çalış, plan yapanlardan değil, çünkü aşk vâdisine planlamacılar giremez!
O halde sen de hiç tereddüd etmeyip hayal edenlerden olmaya çalış, plan yapanlardan değil, çünkü aşk vâdisine planlamacılar giremez!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder