İnsanların bilinmeyen taraflarında nice soyluluklar vardır.
CUMHURİYET TRAGEDYASI
19 Mayıs 2000
Gözlerimizi dünyaya açtığımızda, o gözleri, verili bir dünyaya, tanımlanmış bir dünyaya açıyoruz. Sevgilerimizin, nefretlerimizin çoğunu ya bilkuvve ya da bilfiil olarak bilincimizin derinliklerinde hazır buluyoruz.
Okumaya, dünyayı tanımaya, anlamaya başladığımızda, etrafımızda hazır
iyilerle, hazır kötülerle karşılaşıyoruz, hatta bu iyiler ve kötüler
sembolleştiklerinden, kötülerin dünyasından kaçıyor, onlarla hiçbir surette
ilgilenmiyor, onları kendi dünyamıza mümkün mertebe yaklaştırmıyoruz. Buna
karşın yine hazır bulduğumuz iyileri ise idealleştiriyor, onlara ait ne varsa
bilmeye çalışıyor, dünyamızı onların sözleriyle, tavırlarıyla inşa ediyoruz.
Çok genç yaşlardan itibaren dünyamız kesin çizgilerle ayrılıyor, siyahlarımız
ve beyazlarımız oluyor ve fakat asla aralarında irtibat alanları bulunmuyor.
Özel bir gayret göstermediğimiz sürece, beyazların aralarından dışarı
çıkamıyor, siyah bellediğimiz alanın o karanlık köşelerine kısa kaçamaklar bile
yapmaya cesaret edemiyoruz.
Sanıyorum iyi ya da kötü bir fikir dünyası olan her gencin yaşadığı,
içinden geçtiği bir süreç bu. Zamanla iyiler kötüler hakkında sahip olduğumuz
bu hazır tasavvurat değişmiyor değil, hatta bu değişim öyle noktalara varıyor
ki çokları için iyiler kötü, kötüler iyi olabiliyor ve bu sefer aynı süreç
farklı insanlar, farklı kimlikler üzerinden işliyor.
Siyasî kanaatlerimizi umumiyetle ailemizin siyasî kanaatlerinden
hareketle oluşturduğumuz gibi, fikir dünyamızı da hemen hemen aynı etkiler
belirliyor. Bunun tersi de olmuyor değil. Nitekim 12 Eylül öncesinde,
ailelerinin siyasî ve fikrî eğilimlerinin tam aksi istikametindeki görüşleri
savunan nice genç vardı. Öyle ki aynı ailede dahi birbirinden çok farklı
kanaatler çarpışabiliyordu. Bugün de böyle. Hem de koca koca adamlar için
böyle.
Dün siyah dediğine, bugün beyaz diyen, dün beyaz dediğine bugün siyah
diyen kimseler yok mu? Elbette var ve olmaya da devam edecek
Bu durum Nazım Hikmet’i okuyanlar için de geçerliydi ve Cemil Meriç
gibi, İsmet Özel gibi isimler bu ülkede iyilerle kötüler arasındaki irtibat
noktaları oldu. Bu tür isimler bu nedenle çokları için bir şans idi, farklı
dünyalara açılmayı meşru kılan kıyılardı. Sanırım 80 neslinin sınırlarındaki
geçişkenliklerin kolaylaşması da yine bu tür isimler aracılığıyla mümkün oldu,
olabildi.
Gençliğimde, birçok yaşıtım gibi, benim de ismini duyduğum ve fakat
hiçbir eserini okumadığım, hatta kendisini hiç tanımadığım kötülerim vardı.
Öyle kötülerdi ki, o kadar kötülerdi ki niçin kötü olduklarını bilmeye ihtiyaç
bile duymamıştım.
Meselâ Hasan-Âli Yücel ile Nurullah Ataç, benim hiç okumadığım, hiç
tanımadığım kötülerimdi. Belli belirsiz isimlerine tesadüf ederdim, hatta zaman
zaman kendilerine bazı olumsuz atıfların yapıldığı yazılar da okurdum ama bu
insanların gerçekte neler yazdıklarını, neler yaptıklarını öğrenmek ihtiyacı
hissetmezdim. Acaba hissetseydim bile benim yaşadığım mahallede onların
izlerini bulabilir miydim bilemiyorum.
Daha sonra bu isimler arasına (eski Maarif Vekili) Dr. Reşit Galip de
katılmıştı. Fakat bu sefer şanslıydım; zira yakın tarih okumalarımda
karşılaştığım bu ismi tanımak, hakkında ayrıntılı bilgiler bulmak zorundaydım.
Fikirlerini hiçbir surette paylaşmadığım halde Dr. Reşit Galip’e saygı duymama,
hatta sırf bu nedenle hakkında yazarken itina göstermeme yol açan hadise,
vefatının hemen ardından çekilmiş olan bir fotoğraftır.
Koca bir kütüphaneden ibaret odasında, mütevazi bir yatağın içinde
yorganla örtülü genç cesedi o kadar muhteşem, o kadar azametli görünüyordu ki
yıllarca bu sahne gözümün önünden gitmedi. O benim nezdimde artık iflah olmaz
bir idealistti.
İnsanların bilinmeyen taraflarında hakikaten nice soyluluklar var!
Hâsılı, bu isimler tanınmadıkça Cumhuriyet’in ne denli trajik bir devre
olduğu da anlaşılamaz diye düşünüyorum.
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
21 Kasım 2000
Önceki yazımda eski Maarif Vekillerinden Dr. Reşit Galip’ten söz açmış
ve özellikle bir fotoğrafının beni çok etkilediğini yazmıştım. Reşit Galip’in
ölü bedeni, tavana kadar uzanan büyük bir kitaplığın önünde, fakir bir
somyedeydi.
Fotoğraftaki görüntü fevkalâde soğuk ve ürperti vericiydi. Belki
ölünün, belki de ölümün soğukluğu idi, tam olarak nedenini kestiremiyorum, ancak
görüntünün bütün soğukluğuna rağmen, o ölü bedene karşı içimde bir saygı
uyanmıştı. Kimbilir belki de kitaplığında yatıp kalkan ve orada canını vermiş
bir ölüye duyulan acımayla karışık bir saygıydı benimkisi.
1932 Ramazanı’nda tatbik mevkiine konulan dinî inkilâpları tedkik
ederken yakından tanımak imkânı bulduğum genç Vekil’in hayatı da tıpkı ölümü
gibi trajikti. Nitekim Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi (İstanbul, 1998) adlı eserimde bu
trajedinin önemli bir safhasını ele almıştım.
Hayatının ayrıntıları arasında yaptığım yolculuklar, bir kenara sürekli
kaydettiğim bazı ilginç sahneler ve hepsinden önemlisi o trajik fotoğraf,
fikirlerine de, dünyayı kavrama biçimine de yakınlık duymadığım bu müfrit ve
mutaassıb adamı, ilk izlenimlerimin aksine nezdimde daha sevimli hale
getirmişti.
İşte sözü geçen o yazımda böylesi duygulara yer vermiştim; üstelik kraldan çok kralcılığını, fikrî yetersizliklerini, İstiklâl Mahkemelerinde îfa ettiği rolü ve üniversite reformunda hem de fena halde (!) kullanılmış olduğunu bilmeme rağmen.
Anlarsanız, affedersiniz, denilir ya, işte o yazı biraz da bu
hissiyatın eseriydi.
Yazının yayımlandığı akşam, yakın tarihle ilgilenen tanıdık bir yazar [Sadık Albayrak] aradı ve biraz hoşbeş ettikten sonra ağzından baklayı çıkardı:
- Sevecek başka adam mı bulamadın?
Bir an için, ben ne demeye çalışıyorum siz ne anlıyorsunuz, gibi
birşeyler söylemek geçtiyse de zihnimden buna lüzûm görmedim, bakış farkı diye
kestirip attım. Birbirimizi anlama şansımız yoktu çünkü.
Sertel ailesinin hatıralarıyla ilgili genel bir değerlendirme yazısı
kaleme almaya karar verdiğimde, karar verişime neden olan duygular, nedense bu
hikâyeyi hatırlamama yol açtı.
Acaba bir tür savunma içgüdüsü mü?
Niçin olmasın?
Hatıraların eleştiriyi gerektiren yönlerinden ziyade anlamaya çalıştığım yönlerine dikkat çekmek geliyordu içimden.
İnsan nefsinin acziyeti, o nefse tanınan süre dolmak üzereyken ya da dolmuşken daha da belirginleşiyor. Zaten hatıralar da hep bu durumlarda yazılmaz mı?
Pişmanlıklar, onca pişmanlığa rağmen tekrarlanan hatalar, aptalca öteye beriye yöneltilen suçlamalar, gaflet, ihanet, kin, nefret, kıskançlık, kendini beğenmişlik ve daha nice çiğlik, hamlık.
Bunların hepsi insanî zavallılığın kucağında boynunu bükmüş masum bir
kedi yavrusu gibi öylece sinip kalıyor.
İnsanın bu tükenmiş hayatlara, niçin böyle yaptınız, niçin böyle inandınız, niçin böyle yazdınız, demeye bile dili varmıyor da bazen, kişi, insan değil mi hem yapar, hem tapar deyip geçmeyi vicdanın sesine kulak vermek olarak algılıyor.
Zekeriye Sertel’in Hatırladıklarım, Sabiha Sertel’in Bir Roman
Gibi ve son olarak Yıldız Sertel’in Ardımdaki
Yıllar adlı
hatıraları hakkında yazmak isteği duyduğumda, ne bu hatıraların iddialarına, ne
de satıraralarında yatan zaaf ve tutarsızlıklara değinmek geldi içimden.
Özellikle Yıldız Sertel’in hatıraları, anne-babasının titizlikle
saklamak gereği duydukları insanî zaafları açığa çıkarmak bakımından oldukça yararlı
bir işleve sahipti. Karı-koca Serteller hüzünlerini, aldanmışlıklarını,
yoksulluklarını saklamak isterlerken ve insana ait olanı, ne kadar yumuşatılmış
da olsa, ideolojinin izin verdiği kadarıyla aktarmaya gayret ederlerken, küçük
kızları, sanki, herşeyin canı cehenneme, dercesine daha açık, daha yalın, daha
doğrudan anlatmayı denemiş.
VE şöyle demiş en sonunda:
Daha insancıl, daha adil bir düzen istedim. Direndim, insanları daha mutlu görebilmek için. Yaşam da bu değil mi zaten? Ben de yaşadım insan gibi.
Yüklenen değer her ne olursa olsun, insanın yapıp ettiği herşeyin, ama
herşeyin yine de insanî olan’ın sınırları içinde kalacağını asla unutmamalıyız.
Hayat dedikleri işte bu: bir varmış, bir yokmuş.
(Dücane Cündioğlu, Arasokakların Tarihi, İstanbul 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder