Sayfalar

BİLGİÇLERDEN BİLGİNLERE, BİLGİNLERDEN BİLGELERE


5 Haziran 2005



Marifet çok kitap okumak değil, bir kitabı çok okumaktır. Çünkü okumanın nihaî amacı kesin ve doğru bilgi edinmektir, yani geçici olanların bilgisini değil, sabit olanın, kesin olanın bilgisini.

Çok kitap okumak, çeşitli bilgi alanlarından aktarma çeşitli bilgilerle belleği doldurmak gibi olumsuz bir sonuç verir. Meselâ İlm-i Mantık hakkında bilgi edinmeye çalışan modern okur çeşitli mantık kitapları okumakla bu ihtiyacını karşılayacağını sanıyor. Oysa bu çabalarının sonunda elinde kalan, sadece İlm-i Mantık hakkında bir malumat yığını oluyor. Nitekim Tıp kitapları okumakla tabib olunmaz, olsa olsa Tıp hakkında gevezelik yapmaya yarayacak denli biraz malumat edinilmiş olur.

Peki yapılması gereken nedir?

Yapılması gereken, bir ilmi (meselâ Mantık veya Tıp İlmini) tahsil etmektir. Bir ilim dalı ise o ilme ait kitaplar okumakla tahsil edilmez. Ehlinin dizine çökmeli, tedris görmelidir. Kütüphanesini felsefe kitaplarıyla doldurup sabah-akşam felsefe kitapları okuyan bir talip bu çabalarının sonucunda en nihayet felsefî malumat edinmiş olur, belki bir felsefeciyi başkalarından daha iyi dinleyecek şekilde hazırlık yapmış sayılır. Fakat asla felsefeci olamaz. Olmak istiyorsa, yapması gereken çok kitap okumak değil, kitapların hakkını vererek okumaktır.

Kitapların hakkını vererek okumak keyfiyetle alâkalı, oysa çok kitap okumak kemmiyetle. Bilginin derecesi ise kemmiyetle (nicelikle) değil, keyfiyetle (nitelikle) ölçülür. Nitekim bilgi’nin kendine özgü kategorisi dahi nitelik kategorisidir, nicelik kategorisi değil. (Başka bir deyişle ilim bir keyfiyettir, keyfiyât-ı nefsaniyedendir.)

Burada ilim sahibi olmaktan öte daha büyük bir sorunun bulunduğuna —yeri gelmişken— işaret edelim. Çünkü hikmet sahibi olmak başka, ilm-i hikmet sahibi olmak çok daha başkadır. Ahlâk ilmi tahsil etmiş birinin ahlâklı olması gerekmez. Pekâlâ ahlâksız biri de İlm-i Ahlâk’ı tahsil etmiş olabilir.

Alimlerimiz hikmet  ehli olanlar ile ilm-i hikmet ehli olanları birbirlerinden ayırırlar ve talebelerine hikmetin bilgisi kadar hikmetin kendisini de aktarmaya çalışırlardı.

İlim sahibi olmak (bilmek) denilince, kudema’nın ilimden anladığı ile modernlerin ilim’den anladığı birbirinden çok farklıdır. Bu bakımdan bu iki anlayışı birbirinden çok iyi ayırmak gerekir: Sözgelimi filan âlimdir veya filan şu konuda âlimdir denildiğinde, bugün anlaşılan başka, eskiden anlaşılan daha başkadır.

Bugün filan kurumdan mezun olmak, falan diploma derecesine sahip olmak, filan ünvanı taşımak bilimadamı sayılmak için yeterlidir. Oysa kudema için önemli olan, hangi ilmin kimden, nasıl ve hangi düzeyde tahsil edildiği idi. Bilgi herhangibir kurumdan değil, hangi devirse o devrin kendilerini isbatlamış ustalarından tahsil edilirdi. Talebeye nereden mezun olduğu veya hangi metinleri okuduğu değil, hangi metinleri hangi âlimlerden okuduğu sorulurdu. Kimin talebesi olduğunuz önemliydi, hangi kurumun öğrencisi olduğunuz değil!

Bu anlayış bugün hiç değilse bazı sanat dallarında geçerliliğini sürdürmektedir. Filan kurstan müzisyen sertifikası almış olmanız, işin erbabınca önemli mi?

Hayır!

İşi bilenler sizin hangi ustayla meşkettiğinize, nasıl ve ne kadar meşkettiğinize bakarlar, sertifikanıza veya devam ettiğiniz kuruma değil!

Kurumlar talebelere verseler verseler sada verirler, oysa ustalar talebeye seda değil, edâ verirler. (Tarz, üslûb, işve, edâ, şimdi bunlar kimin umurunda, doğrusu, bilemiyorum.)

İlim sahibi olmak (bilmek) denilince, gerçekten de kudema’nın ilimden anladığı neydi acaba?

Bunun için ilim taliplerine yolun başında öğretilen klasik tasnifi zikretmek isterim:

1. Mesailin bilgisine sahip olmak.

2. Tasdik-i mesailin bilgisine sahip olmak.

3. Tasdik-i mesali tekrardan hasıl olan meleke’ye sahip olmak.

Bu üçlü tasnif nedeniyledir ki kudema herhangibir bilgi-dalının bilgisine sahip olmayı tek başına önemsemezdi, onların asıl önemsediği husus, o bilgi-dalının bilgisine, kişinin —yukarıda zikretmiş olduğumuz düzeylerden— hangi düzeyde sahip olduğu idi.
Yani kişi bir bilgi-dalının sadece kavramlarından, tanımlarından, problemlerinden haberdarsa, belki o ilmi bildiği kabul edilir, hatta kendisine bildiklerini bir başkasına öğretmesi için izin bile verilirdi. Fakat hepsi bu kadar! (Ortaokul ve Lise öğretmenleri öğrettikleri konuların bilgisine sahiptirler, ama bu bilgi düzeyi kendilerini âlim (bilgin) yapar mı? Her halde yapmaz.)

Bazıları da sadece mesailin değil, tasdik-i mesailin bilgisine sahip olurlar ki bunlar da aslında birincilerden farklı değillerdir. Bütün bildikleri, ilgilendikleri konularda o alanın ustalarınca yapılmış kaide ve prensipleri (muhtelif yorumları) şu veya bu ölçüde bilmekten ibarettir. Söz sırası daha kendilerine gelmemiştir. O dedi, bu dedi diyebilirler, ama hepsi bu kadar. (Günümüzden örnek vermek gerekirse üniversite hocaları ve akademisyenler bu ikinci kategoriye girerler. Onlar da bilirler, biliyor kabul edilirler ama bildikleri bilgi’nin kendisi/özü değil, başka bilginlerin söylemiş olduklarıdır sadece.)

Üçüncü mertebeye gelince, aslen âlim (bilgin) sayılanlar bu mertebenin mensuplarıdır ki gerçekte sayıları çok değildir. Bildiklerini bilirler, hatta bu yüzden bilmediklerini daha iyi bilirler.

Bilgelerin dizinin dibine çökme hakkını elde etmiş olanlar, işbu mertebeye gelen bilginlerdir. Kişi bu mertebeye gelince, kelimenin tam anlamıyla bilmeye (yani gerçekten talebe olmaya) hazır hale de gelir. Çünkü artık bilmediğini biliyor demektir. Yapması gereken kendisine bilmediğini bildirecek bilge’yi (ârif) aramaya çıkmaktır. O bunca yıl başkasının/taşranın/sen’in bilgisini edinmekle vaktini geçirmiş ve şimdi kendisinin/özünün/ben’in bilgisini edinmeye sıra gelmiştir.

Yunus’u anmanın tam sırası değil mi?
Bilmek bilmeyi bilmektir 
Bilmek kendini bilmektir 
Sen kendin bilmezsen 
Ya bu nice okumaktır
Ben arasıra, işimiz zor, hem de çok zor, dediğimde, bazı dostlar sözümona benim abarttığımı sanıyorlar, hatta böyle vehmetmekle ölmeden olabileceklerini umuyorlar.

Yazık, hakikaten çok yazık!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder