2 Ağustos 2009
Şeybân er-Râî adlı ârif, kendisine zekât hakkında soru soran devrin iki
değerli âlimine, Ahmed b. Hanbel ile eş-Şafiî’ye şöyle demiş:
Sizin mezhebinize göre mi açıklayayım, bizim mezhebimize göre mi?
Sizin mezhebinize göre, her kırk koyundan biri zekât olarak verilir.
Bizim mezhebimize göreyse, her şey Allah’a aittir, biz hiçbir şeye sahip değiliz.
Bu mesel’in özeti şudur:
Şeriat'a göre: bu senin şu benim
Tarikat'a göre: hem senin hem benim
Hakikat'a göre: ne senin ne benim
Hakikat kimin umurunda?
Dindarlar, sırf bir gün, bu senin, şu benim diyebilmek uğruna, hem senin hem benim (bizim) dediler. Bir süreliğine.
Geçici olarak.
O gün gelmiş olmalı, ki bazıları gösterişten
kaçınmayıp kırkta otuzdokuzu dilediğince harcayabileceğini söylüyor.
Dikkat edilirse bu beyan, Maliye görevlilerini
değil, kamuoyunu muhatab alıyor. Demek ki dindar sermayenin dindarlığa borcu
kırkta bir. Kırkta biri ödeyince vicdan serbest kalıyor. Nefis de azmanlaşıyor.
İslâm hukukçularına göre, zekât, mâllarda
bulunan bir haktır. Yoksulların hakkı.
Mala mal denilmesinin sebebi, insanın kendisine meyl
etmesindendir, yani mâl kendisine meyledilen, hoşa giden anlamına gelir. Zekât ise, kısaca, malı
temizlemek/arındırmak (tezkiye etmek) demektir.
Hangi oranda?
Efendimizin sünnetine göre
1/40 (% 2,5) oranında.
Neymiş, mâl sahipleri, üzerinden bir sene
geçmek kaydıyla, belli miktara ulaşan mallarının kırkta birini yoksullara
vermek suretiyle tezkiye etmek, arındırmak zorundalarmış.
İslâm fakihleri, nedense bu nisabı değişmez
kabul ediyorlar ve malı arındırmak için her sene kırkta bir'lik ödemeyi
yeterli buluyorlar. Sanırım hiç yoktan iyidir diye düşünüyorlar.
Peki bugünün iktisadî koşulları açısından
bakıldığında fakihler ne diyorlar bu miktara?
Maldan her yıl zorunlu olarak
verilen % 2,5’luk miktar, zengin müslümanın mâlını gerçekten arındırır mı?
Kırkta
biri verdim, malım arındı, geriye kalan kırkta otuzdokuzu artık gönlümce
harcayabilirim, diyebilir mi?
Biraz sadaka, biraz infak yöntemiyle malı mülkü
çitilenmiş, temizlenip arınmış olur mu?
Merak buyurmayınız, bugünün İslâm dünyası bu
sorularla yüzleşmeye hazır değil!
Ahkâmın zahiri zenginlerin yanında. Dünyayı
küçümseyen o ezelî soluk, şimdi dünyayı elde etmenin yollarını öğretiyor.
Başarı kazanma sanatının yollarını.
أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ (Ölene değin mal mülk biriktirmek sevdasıyla yandınız tutuştunuz da n’oldu?) hitabına hangi yürek hangi cesaretle cevap verebilecek bugün?
أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ (Ölene değin mal mülk biriktirmek sevdasıyla yandınız tutuştunuz da n’oldu?) hitabına hangi yürek hangi cesaretle cevap verebilecek bugün?
Duyan yok ki!
Yoksullar, yoksulluğuyla övünen Peygamber’in
sesini duyamıyorlar. Çünkü mikrofonlar yoksulluklarından utananların elinde. Mal
biriktirenlerin elinde. Bütün sermayeleri hırs ve ihtiras olanların elinde.
Oysa yoksulluk, bizim geleneğimizde, içine
düşülen bir durum değil, bile isteye seçilen bir hâldi aynı zamanda. Yoksulluğu
seçmek bir erdemdi. Yoksulluk, yaşam karşısında güçlü olmayı seçmek demekti.
Dünyaya meyledenlerin dünyanın kölesi
olacaklarına inanılırdı, dünyadan yüz çevirenlerin ise dünyanın efendisi.
Nitekim tarihte, müslümanlar, dünyanın efendisi olduysalar, olabildiyseler, bu,
dünyadan yüz çevirdikleri içindi.
Şimdiyse yüzler dünyaya çevrilmiş durumda. Güç
ve iktidara. Mal ve mülke. Şan ve şöhrete.
Hergün bir yenisiyle karşılaştığınız
çirkinliklerden niçin şikayet ediyorsunuz o halde?
Güç ve iktidar istediniz, size güç ve iktidar
verildi. Mal-mülk istediniz, size mal-mülk verildi. Para istediniz para, şöhret
istediniz şöhret verildi. Oysa himmet isteseydiniz size himmet verilirdi.
Himmet,
yani hikmet!
Siz buğdayı seçtiniz, kendinizi himmetten
mahrum ettiniz.
Şimdi her şeyiniz var, ama ilminiz de yok,
irfanınız da!
Hiç mi farketmiyorsunuz, kalb-i selimden mahrumsunuz.
Gözyaşlarından. Rikkatten. Hikmetten.
Güya rahat döşekte Allah’ı arıyorsunuz.
Aklınız sıra rakıyı zemzemle sulandırıp içmeyi marifet sanıyorsunuz.
Unutmayınız, zannın çoğu yalandır. Hem buğday,
hem himmet, hem rahat döşek, hem hakikat, hem rakı, hem zemzem, bunların
ikisi aslâ bir arada bulunmaz!
Zahirde değil, batında bulunmaz.
Şikâyete hakkımız yok, seçimlerimizin sonucuna
mecburen razı olacağız.
Şimdi sonbahardayız, ve kapının eşiğindeki
kışa hazırlanmalıyız. Devran aslâ geri döndürülemez, kış gelmeli ki ardından da
ilkbahar gelsin!
Demek ki çürüme daha da hızlanacak,
hızlandıkça daha da görünür hâle gelecek. Zengin dindarların çocuklarının
ellerinde kalan mülkün kirini kırkta otuzdokuz bile arındıramayacak!
Olup biteni doğru yorumlayabilmek için
Musa’nın yasalarına değil, Hızır’ın irfanına ihtiyacımız var demem de işte bu
sebepten.
İlkbahar çocuklarının hikmetine muhtacız, yeniliğin, tazeliğin,
diriliğin, umudun çocuklarının himmetine.
Ramazanlarda kurulan o şa’şaalı, o debdebeli
iftar sofralarını yerle bir edecek inançtaki yoksul çocukların asaletine, şehrin
dışındaki bir mağaraya sığınan yedi gencin şiddetine.
Mağara çocuklarının.
Ashab-ı kehf’in.
Sen de kim oluyorsun, deyû kınarsanız
alınmam, ne de olsa bir garip melâmiyim ben!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder