2-3 Nisan 2005
Alan tarihi çalışmaları, nokta çalışmalarının
çeşitliliğinden beslenir. Monografi/biyografi eserleri ne kadar çeşitli ve ne
kadar zengin ise, araştırmacının alanına nüfuzu o denli güçlenir.
Kişinin bir
yandan ilgi alanını genişletmesi, diğer yandan belirli noktalarda derinleşmesi
gerekir. Oysa araştırmacıyı bekleyen sorunlar da tam bu noktada başgösteriyor.
Derinleşmeye çalışanlar, ister istemez alanlarını daraltıyorlar, zira aksi
takdirde derinleşme imkânı azalıyor, alanlarını genişletmeye çalışanlar ise
doğal olarak sığlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlar. Oysa bilgide
süreklilik, her zaman sonrakilere kolaylık sağlar. Nitekim sıkı monografilerden
hareket etmek imkânı bulanlar daha hızlı ve daha tedbirli yayılabilirken,
mukayeseli çalışmalardan yararlanabilecek şekilde kendilerini eğitenler daha
kolay bir biçimde derinlere dalabilme imkânı bulabilirler.
Farklı alanlara yayılmak, derinleşme noktaları
bulunamadığı takdirde yetersiz ve isabetsiz tahminlere neden olur. Buna mukabil
muayyen noktaların dışına çıkmaksızın derinleşmeyi marifet bilmek de bir tür
meslekî körlüğe yol açar.
Sanırım en doğru seçim, hem çok iyi bildiğimiz konularda ısrar etmek, hem de iyi bilmekle yetineceğimiz
konular arasında gezinmeyi ihmal etmemek! Çünkü çok iyi bildiğimiz
konular bilgimizin derinleşmesini, iyi bildiğimiz konular ise
bilgimizin genişlemesini sağlar.
Düşünceyi düşünenler için yayılma hevesine
kapılmak tehlikelidir, zira düşünmenin özü heveskârlığa tahammül edemez.
Gezinmek aldatıcıdır. Kişi ilim'de (tahlil'de) ya-ya da ile yetinmeyi
bilmeli, yani gezmekten çok durmayı, anlamayı önemsemelidir. Buna mukabil
malumat toplama (tarih ve tasvir) çalışmaları sözkonusu olduğunda hem-hem
de stratejisi kaçınılmazdır.
Ayrıntıları ve ayrıntılar arasındaki
bağlantıları önemsemedikçe tasvirlerimiz yetersiz kalacak, bu yüzden yetersiz
tasvirlere istinaden yapılacak tahliller de elbette hatalı olacaktır.
Tarih ve tasvir çalışmalarında basit
ayrıntıların önemine dikkat çekmek bakımından aşağıdaki örneği öğretici
buluyorum:
19. ve 20. yüzyılda İstanbul'daki fuhuş faaliyetlerini inceleyen telif yayınların ortak tespiti, gayrımüslimlerin bu âlemin önsıralarında yer aldıklarıdır. Ancak bu yayınlarda Yahudilerin etkinlikleri tam anlamıyla vurgulanmamıştır. Halbuki 1880 ila 1939 yılları arasında Yahudiler hem “beyaz köle ticareti”nde aşikâr bir şekilde etkindiler, hem de bu etkinlik coğrafi olarak çok geniş bir alana yayılmıştı. (s. 323)Bu satırları, kendisi de Türk Yahudilerinden olan araştırmacı-yazar Rifat N. Bali'nin Devletin Yahudileri ve ‘Öteki’ Yahudiler (İstanbul, 2004) adlı kitabının içinde yer alan “Yirminci Yüzyılın Başlarında İstanbul'un Fuhuş Aleminde Yahudilerin Yeri” başlıklı makalesinin girişinden aktardım. Nitekim “hem mülteciler, hem de Batı'dan Doğu'ya veya Doğu'dan Batı'ya seyahat edenler için bir transit geçiş veya geçici duraklama limanı olan İstanbul, fuhuş ticareti açısından dönemin önde gelen merkezlerinden biriydi. Uluslararası fuhuş tacirleri arasında önemli bir yere sahip olan Yahudiler İstanbul'da yaşayan ve aynı mesleği icra eden soydaşları ile teşrik-i mesaide bulunuyorlardı” diyen Bali, belgelere dayalı uzun örneklemelerden sonra araştırmasının sonucunda şöyle diyor:
Savaşların ortaya çıkardığı mülteciler sorunuyla gelişip serpilen ve İstanbullu Yahudileri son derece rahatsız eden Yahudi fuhuş tacirleri ve onların işlettikleri genelevler meselesi 1930 yılında sona erecek, bu tarihten itibaren İstanbul'un fuhuş âleminde artık Yahudilere rastlanmayacaktı. (s. 360)
Bu makalenin arabaşlıklarından biri de şöyle:
Alman Feminist Önder Bertha Pappenheim'ın İstanbul Ziyareti
Rifat Bali, Bertha Pappenheim'ın (1859-1936)
1924 yılında yayımlanan Sysphus-Arbeit Reisbriefe aus den Jahren 1911 und
1912 eserinden alınan ilgili birkaç mektubun Türkçesini makalesinde
aktarmayı ihmal etmemiş, doğrusu iyi de yapmış, araştırma bu mektuplar
sayesinde zenginleşmiş.
Ancak insanın aklına takılıyor:
Bu Alman
feminist önder de kim acaba?
İşte bu sorunun cevabını bulmak için sadece
tarihe ilgi göstermek, yani derinleşmek yetmiyor, ister istemez farklı
alanlardan da havuza su taşımak gerekiyor. Belki size garip gelecek ama bu
sorunun cevabı, ilk bakışta oldukça uzak gibi görünen başka bir alanda,
Psikiyatri ve Psikanaliz tarihinde saklı.
Yani Pappenheim'ın kendisi, ününü, gerçekte
psikanalizin ilk hastası ve hatası (!) olmasına borçlu.
Bu bağlantının ifşa tarihi ise, yaklaşık yarım
asırlık bir geçmişe sahip. Çünkü Serol Teber'in de işaret ettiği gibi,
Breuer'in notlarında, yazışmalarında ve Histeri Üzerine Çalışmalar kitabında
Anna O. takma adıyla literatüre geçen hastanın gerçek kimliğinin
ortaya çıkması ve bu kişinin ünlü kadın hakları savunucusu Bertha Pappenheim
olduğunun anlaşılması, ilk kez Ernest Jones'un 1959'da Freud'un biyografisini
yayımlamasından sonra kamuoyunca öğrenildi.
Ne ilginç değil mi, nereden nereye?
* * *
Kabul etmek gerekir ki modern Batı'da düşüncenin
ve sanatın tarihi bazı ilginç kadınların katkılarıyla zenginleşmiştir, zira bu
ilginç kadınlar (!) olmasaydı, düşüncenin ve sanatın tarihi, Batı'da mevcut
halinden çok daha farklı bir biçimde yazılmak zorunda kalınacaktı.
Lou Salome'yi kim bilmez?
Nietzsche, Freud ve Rilke'yi derinden etkileyen genç
kadının adıydı Lou Salome. Ne ilginç ki hâlâ hayranları var ve hayranları
çokluk erkek değil, aksine kadın!
Peki ya Kafka'nın Felice'si ile özellikle Milena'sı?
Bu iki kadın olmasaydı, Kafka yazdıklarını nasıl ve ne surette
yazabilirdi, işte bu soruya cevap vermek çok zor.
Hannah Arendt neyse, ya Elfride Heidegger?
Heidegger uzmanları, Hannah
Arendt adını anmadan bu varoluşçu filozofun biyografisine adım bile
atamıyorlar neredeyse. Hiç de haksız sayılmazlar. Buna karşın karısı Elfride olmasaydı, Heidegger Freiburg'u terkedip Berlin'e gitmek zorunda kalacak ve
belki de meşhur aforizması Die Sprache ist das
Haus des Seins, Hütte und Haus bergen das Sein, der Mensch wohnt nahe diesem
Haus (Dil Varlığın evidir; kulübe ve ev Varlığı birbirine rabteder; insan da işte bu evin yanıbaşında ikamet eder) diyemeyecekti. Kulübeyi Heidegger'e satın aldıran karısı Elfride, ışığını
yakan ise sevgilisi ve öğrencisi Hannah olmuştu.
Simone de Beauvoir'u paranteze
alın, karşınıza başka bir Sartre çıkar.
Eşi Helena Weigel'le birlikte Elisabeth
Hauptmann, Ruth Berlau, Margarete Steffin ve diğerlerinden oluşan ünlü haremi
(Brecht&Co.) olmaksızın herhalde Bertolt Brecht'in tiyatrosundan da
sözedilemezdi.
Peki, Asja Lacis olmaksızın Walter Benjamin'in satırları ağzını
açabilir miydi?
Sanmıyorum.
Eşi Martha Berneis, Sigmund Freud'un hayatını
düzene koymasını sağlayan sessiz ve güçlü bir kadındı.
Lou Salome, Freud'un
sadece takipçiliğini yapmakla kalmadı, usul usul ilham periliğini de yaptı.
Bertha Pappenheim ise Anna O. adıyla hayatına girip hiç karşılaşmadığı, hatta
hiçbir yardımını görmediği bu genç ve hırslı adama dünya çapında şöhret
kazandırdı.
Psikanalizin ilk hastası ve ilk hatası Anna O.
Bu vesileyle Bertha Pappenheim dosyasını meraklılarına bırakıp
bu yazımızda biraz da Anna O.'yu tanımaya çalışacağız.
En iyisi, bir köşeyazısının sınırlarını pek
zorlamadan gezimizi Margaret Muckenhoupt'un Sigmund Freud: Bilinçdışının
Kâşifi (Ankara, 2000) adlı eserinden istifadeyle
sürdürelim:
1880'de Freud'un dostu Josef Breuer, Anna O. adında bir hastayı görmeye başlamıştı. Asıl adı Bertha Pappenheim olan bu genç kadın, hastalandığında 21 yaşındaydı. Zengin bir Yahudi ailenin kızıydı, kültürlü ve zekiydi. İngilizcesi gayet akıcıydı, Fransız ve İtalyan edebiyatlarının iyi bir takipçisiydi. Ama Brauer onun “ailesiyle sınırlanmış monoton bir hayat” sürdürdüğünü yazmıştı. Belirtilerinin başladığı sırada, aylarca tüm vaktini hasta babasının bakımıyla uğraşmaya vermiş bulunuyordu.
Anna O., Breuer'e baş ağrıları, uyuşukluk, felçler ve çeşitli görme sorunları şikâyetleriyle geldi. Ertesi yıl, yılanlar ve iskeletler gördüğü halüsinasyonlar (varsayımlar) başladı ve Almanca konuşma yeteneğini kaybetti (iletişimini İngilizce ve Fransızca olarak sürdürüyordu). Zaman zaman iki kişilik arasında gidip geliyordu: Biri kederli, fakat onun dışında normal, diğeri bunalımlı, kaba ve halüsinasyonlara eğilimli. Zaman içinde bu kişilikler birbirinden daha kesin çizgilerle ayrılmaya başladı.
Muckenhoupt, Pappenheim'a ait bir resmin altında
da şu bilgileri verir:
Bertha Pappenheim başağrısı, felç ve bir dizi başka problem ile Freud'un arkadaşı Joseph Breuer'e başvurmuştu. Breuer hastanın adını gizli tutmak amacıyla diğer doktorlarla yaptığı görüşmelerde ondan Anna O. adıyla bahsetmiştir. Breuer'in tedavisi altındaki bu hasta psikanalize giren ilk hasta olmuştur.
Freud'a 1924'de “katartik yöntem psikanalizin
ayrılmaz bir göstergesidir ve deneyimin tüm yayılışına ve kuramın her
değişimine karşın onun içinde hâlâ çekirdek olarak korunmaktadır” dedirten
sağaltım yöntemi (katharsis), değil Freud'a, tüm katkılarına karşın Breuer'a
bile atfedilemez. Çünkü talking cure (konuşma kürü) olarak psikanaliz
literatürüne geçen bu teknik, ne ilginçtir ki aslında Anna O.'nun kendi
marifetidir:
Anna O.'nun konuşma tedavisi adını verdiği bu tedaviyi ilk önerenin Breuer değil, Anna'nın kendisi olduğunu hatırlamak önemlidir. (...) Anna O. konuşma tedavisi yöntemini de, tedavinin zamanlamasını da (babasının 1881 baharında ölmesinden bir yıl kadar sonra) kendi seçmişti. (s. 54)
1880'de başlayıp 1882'de sona eren tedavi
sürecinde Freud'un sadece bir tıp öğrencisi olduğunu kaydedelim.
İki arkadaşın
bu konunun hikâyesini kaleme almaya başlamaları, 10 yıl sonrasına, yani Haziran
1892 tarihine rast gelir.
Hikâye, Freud'un ısrarlarıyla önce makale olarak
1893'de (Ön-Bildiri), daha sonra kitap olarak 1895'de neşredilmiş olup
Ön-Bildiri “olgular ve onları temel değerlendirişlerinde anlaşan ama yorumları
ve tahminleri konusunda her zaman birleşmeyen iki yazar arasındaki doğal ve
haklı farklılıktan kaynaklanmaktadır” uyarısıyla okura sunulmuştur.
NOT: Hikâye her yönüyle ilginç! Bu bakımdan güzel bir
özet olması itibariyle Serol Teber'in 28 Ocak 2001'de "Cumhuriyet Dergi"de
yayımlanan Psikanalizin İlk Hatası: Anna O. başlıklı bir yazısının
yanısıra, J. Breuer ile S. Freud'un birlikte yayımladıkları Histeri Üzerine
Çalışmalar (İstanbul, 2001) adlı belgeyi ilgilenenlere
tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder