Sayfalar

İSTANBUL'UN ARKA SOKAKLARINDA FREUD'UN İZLERİ


2-3 Nisan 2005


Alan tarihi çalışmaları, nokta çalışmalarının çeşitliliğinden beslenir. Monografi/biyografi eserleri ne kadar çeşitli ve ne kadar zengin ise, araştırmacının alanına nüfuzu o denli güçlenir.
Kişinin bir yandan ilgi alanını genişletmesi, diğer yandan belirli noktalarda derinleşmesi gerekir. Oysa araştırmacıyı bekleyen sorunlar da tam bu noktada başgösteriyor. Derinleşmeye çalışanlar, ister istemez alanlarını daraltıyorlar, zira aksi takdirde derinleşme imkânı azalıyor, alanlarını genişletmeye çalışanlar ise doğal olarak sığlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlar. Oysa bilgide süreklilik, her zaman sonrakilere kolaylık sağlar. Nitekim sıkı monografilerden hareket etmek imkânı bulanlar daha hızlı ve daha tedbirli yayılabilirken, mukayeseli çalışmalardan yararlanabilecek şekilde kendilerini eğitenler daha kolay bir biçimde derinlere dalabilme imkânı bulabilirler.
Farklı alanlara yayılmak, derinleşme noktaları bulunamadığı takdirde yetersiz ve isabetsiz tahminlere neden olur. Buna mukabil muayyen noktaların dışına çıkmaksızın derinleşmeyi marifet bilmek de bir tür meslekî körlüğe yol açar.
Sanırım en doğru seçim, hem çok iyi bildiğimiz konularda ısrar etmek, hem de iyi bilmekle yetineceğimiz konular arasında gezinmeyi ihmal etmemek! Çünkü çok iyi bildiğimiz konular bilgimizin derinleşmesini, iyi bildiğimiz konular ise bilgimizin genişlemesini sağlar.
Düşünceyi düşünenler için yayılma hevesine kapılmak tehlikelidir, zira düşünmenin özü heveskârlığa tahammül edemez. Gezinmek aldatıcıdır. Kişi ilim'de (tahlil'de) ya-ya da ile yetinmeyi bilmeli, yani gezmekten çok durmayı, anlamayı önemsemelidir. Buna mukabil malumat toplama (tarih ve tasvir) çalışmaları sözkonusu olduğunda hem-hem de stratejisi kaçınılmazdır.
Ayrıntıları ve ayrıntılar arasındaki bağlantıları önemsemedikçe tasvirlerimiz yetersiz kalacak, bu yüzden yetersiz tasvirlere istinaden yapılacak tahliller de elbette hatalı olacaktır.
Tarih ve tasvir çalışmalarında basit ayrıntıların önemine dikkat çekmek bakımından aşağıdaki örneği öğretici buluyorum:
19. ve 20. yüzyılda İstanbul'daki fuhuş faaliyetlerini inceleyen telif yayınların ortak tespiti, gayrımüslimlerin bu âlemin önsıralarında yer aldıklarıdır. Ancak bu yayınlarda Yahudilerin etkinlikleri tam anlamıyla vurgulanmamıştır. Halbuki 1880 ila 1939 yılları arasında Yahudiler hem “beyaz köle ticareti”nde aşikâr bir şekilde etkindiler, hem de bu etkinlik coğrafi olarak çok geniş bir alana yayılmıştı. (s. 323)
Bu satırları, kendisi de Türk Yahudilerinden olan araştırmacı-yazar Rifat N. Bali'nin Devletin Yahudileri ve ‘Öteki’ Yahudiler (İstanbul, 2004) adlı kitabının içinde yer alan “Yirminci Yüzyılın Başlarında İstanbul'un Fuhuş Aleminde Yahudilerin Yeri” başlıklı makalesinin girişinden aktardım. Nitekim “hem mülteciler, hem de Batı'dan Doğu'ya veya Doğu'dan Batı'ya seyahat edenler için bir transit geçiş veya geçici duraklama limanı olan İstanbul, fuhuş ticareti açısından dönemin önde gelen merkezlerinden biriydi. Uluslararası fuhuş tacirleri arasında önemli bir yere sahip olan Yahudiler İstanbul'da yaşayan ve aynı mesleği icra eden soydaşları ile teşrik-i mesaide bulunuyorlardı” diyen Bali, belgelere dayalı uzun örneklemelerden sonra araştırmasının sonucunda şöyle diyor:

Savaşların ortaya çıkardığı mülteciler sorunuyla gelişip serpilen ve İstanbullu Yahudileri son derece rahatsız eden Yahudi fuhuş tacirleri ve onların işlettikleri genelevler meselesi 1930 yılında sona erecek, bu tarihten itibaren İstanbul'un fuhuş âleminde artık Yahudilere rastlanmayacaktı. (s. 360)
Bu makalenin arabaşlıklarından biri de şöyle:
Alman Feminist Önder Bertha Pappenheim'ın İstanbul Ziyareti
Rifat Bali, Bertha Pappenheim'ın (1859-1936) 1924 yılında yayımlanan Sysphus-Arbeit Reisbriefe aus den Jahren 1911 und 1912 eserinden alınan ilgili birkaç mektubun Türkçesini makalesinde aktarmayı ihmal etmemiş, doğrusu iyi de yapmış, araştırma bu mektuplar sayesinde zenginleşmiş.
Ancak insanın aklına takılıyor:
Bu Alman feminist önder de kim acaba?
İşte bu sorunun cevabını bulmak için sadece tarihe ilgi göstermek, yani derinleşmek yetmiyor, ister istemez farklı alanlardan da havuza su taşımak gerekiyor. Belki size garip gelecek ama bu sorunun cevabı, ilk bakışta oldukça uzak gibi görünen başka bir alanda, Psikiyatri ve Psikanaliz tarihinde saklı.





Freud'un sonradan aralarının açıldığı arkadaşı Josef Breuer ile ortaklaşa yayımladığı Studien über Hysterie (“Histeri Üzerine Çalışmalar”, Türkçe çeviri: 2001) adlı kitaba da konu olan, hatta hakkında yüzlerce yazı ve kitap çıkan şu ünlü Anna O., aslında Bertha Pappenheim'ın müstear adı.

Yani Pappenheim'ın kendisi, ününü, gerçekte psikanalizin ilk hastası ve hatası (!) olmasına borçlu.

Bu bağlantının ifşa tarihi ise, yaklaşık yarım asırlık bir geçmişe sahip. Çünkü Serol Teber'in de işaret ettiği gibi, Breuer'in notlarında, yazışmalarında ve Histeri Üzerine Çalışmalar kitabında Anna O. takma adıyla literatüre geçen hastanın gerçek kimliğinin ortaya çıkması ve bu kişinin ünlü kadın hakları savunucusu Bertha Pappenheim olduğunun anlaşılması, ilk kez Ernest Jones'un 1959'da Freud'un biyografisini yayımlamasından sonra kamuoyunca öğrenildi.





Ne ilginç değil mi, nereden nereye?

* * *

Kabul etmek gerekir ki modern Batı'da düşüncenin ve sanatın tarihi bazı ilginç kadınların katkılarıyla zenginleşmiştir, zira bu ilginç kadınlar (!) olmasaydı, düşüncenin ve sanatın tarihi, Batı'da mevcut halinden çok daha farklı bir biçimde yazılmak zorunda kalınacaktı. 
Lou Salome'yi kim bilmez?
Nietzsche, Freud ve Rilke'yi derinden etkileyen genç kadının adıydı Lou Salome. Ne ilginç ki hâlâ hayranları var ve hayranları çokluk erkek değil, aksine kadın!
Peki ya Kafka'nın Felice'si ile özellikle Milena'sı?
Bu iki kadın olmasaydı, Kafka yazdıklarını nasıl ve ne surette yazabilirdi, işte bu soruya cevap vermek çok zor.
Hannah Arendt neyse, ya Elfride Heidegger?
Heidegger uzmanları, Hannah Arendt adını anmadan bu varoluşçu filozofun biyografisine adım bile atamıyorlar neredeyse. Hiç de haksız sayılmazlar. Buna karşın karısı Elfride olmasaydı, Heidegger Freiburg'u terkedip Berlin'e gitmek zorunda kalacak ve belki de meşhur aforizması Die Sprache ist das Haus des Seins, Hütte und Haus bergen das Sein, der Mensch wohnt nahe diesem Haus (Dil Varlığın evidir; kulübe ve ev Varlığı birbirine rabteder; insan da işte bu evin yanıbaşında ikamet eder) diyemeyecekti. Kulübeyi Heidegger'e satın aldıran karısı Elfride, ışığını yakan ise sevgilisi ve öğrencisi Hannah olmuştu.
Simone de Beauvoir'u paranteze alın, karşınıza başka bir Sartre çıkar.
Eşi Helena Weigel'le birlikte Elisabeth Hauptmann, Ruth Berlau, Margarete Steffin ve diğerlerinden oluşan ünlü haremi (Brecht&Co.) olmaksızın herhalde Bertolt Brecht'in tiyatrosundan da sözedilemezdi.
Peki, Asja Lacis olmaksızın Walter Benjamin'in satırları ağzını açabilir miydi?
Sanmıyorum.






Eşi Martha Berneis, Sigmund Freud'un hayatını düzene koymasını sağlayan sessiz ve güçlü bir kadındı. 


Lou Salome, Freud'un sadece takipçiliğini yapmakla kalmadı, usul usul ilham periliğini de yaptı.







Bertha Pappenheim ise Anna O. adıyla hayatına girip hiç karşılaşmadığı, hatta hiçbir yardımını görmediği bu genç ve hırslı adama dünya çapında şöhret kazandırdı. 

Psikanalizin ilk hastası ve ilk hatası Anna O.








Bu vesileyle Bertha Pappenheim dosyasını meraklılarına bırakıp bu yazımızda biraz da Anna O.'yu tanımaya çalışacağız.
En iyisi, bir köşeyazısının sınırlarını pek zorlamadan gezimizi Margaret Muckenhoupt'un Sigmund Freud: Bilinçdışının Kâşifi (Ankara, 2000) adlı eserinden istifadeyle sürdürelim:
1880'de Freud'un dostu Josef Breuer, Anna O. adında bir hastayı görmeye başlamıştı. Asıl adı Bertha Pappenheim olan bu genç kadın, hastalandığında 21 yaşındaydı. Zengin bir Yahudi ailenin kızıydı, kültürlü ve zekiydi. İngilizcesi gayet akıcıydı, Fransız ve İtalyan edebiyatlarının iyi bir takipçisiydi. Ama Brauer onun “ailesiyle sınırlanmış monoton bir hayat” sürdürdüğünü yazmıştı. Belirtilerinin başladığı sırada, aylarca tüm vaktini hasta babasının bakımıyla uğraşmaya vermiş bulunuyordu. 
Anna O., Breuer'e baş ağrıları, uyuşukluk, felçler ve çeşitli görme sorunları şikâyetleriyle geldi. Ertesi yıl, yılanlar ve iskeletler gördüğü halüsinasyonlar (varsayımlar) başladı ve Almanca konuşma yeteneğini kaybetti (iletişimini İngilizce ve Fransızca olarak sürdürüyordu). Zaman zaman iki kişilik arasında gidip geliyordu: Biri kederli, fakat onun dışında normal, diğeri bunalımlı, kaba ve halüsinasyonlara eğilimli. Zaman içinde bu kişilikler birbirinden daha kesin çizgilerle ayrılmaya başladı.
Muckenhoupt, Pappenheim'a ait bir resmin altında da şu bilgileri verir:





Bertha Pappenheim başağrısı, felç ve bir dizi başka problem ile Freud'un arkadaşı Joseph Breuer'e başvurmuştu. Breuer hastanın adını gizli tutmak amacıyla diğer doktorlarla yaptığı görüşmelerde ondan Anna O. adıyla bahsetmiştir. Breuer'in tedavisi altındaki bu hasta psikanalize giren ilk hasta olmuştur.






Freud'a 1924'de “katartik yöntem psikanalizin ayrılmaz bir göstergesidir ve deneyimin tüm yayılışına ve kuramın her değişimine karşın onun içinde hâlâ çekirdek olarak korunmaktadır” dedirten sağaltım yöntemi (katharsis), değil Freud'a, tüm katkılarına karşın Breuer'a bile atfedilemez. Çünkü talking cure (konuşma kürü) olarak psikanaliz literatürüne geçen bu teknik, ne ilginçtir ki aslında Anna O.'nun kendi marifetidir:
Anna O.'nun konuşma tedavisi adını verdiği bu tedaviyi ilk önerenin Breuer değil, Anna'nın kendisi olduğunu hatırlamak önemlidir. (...) Anna O. konuşma tedavisi yöntemini de, tedavinin zamanlamasını da (babasının 1881 baharında ölmesinden bir yıl kadar sonra) kendi seçmişti. (s. 54)
1880'de başlayıp 1882'de sona eren tedavi sürecinde Freud'un sadece bir tıp öğrencisi olduğunu kaydedelim.
İki arkadaşın bu konunun hikâyesini kaleme almaya başlamaları, 10 yıl sonrasına, yani Haziran 1892 tarihine rast gelir.
Hikâye, Freud'un ısrarlarıyla önce makale olarak 1893'de (Ön-Bildiri), daha sonra kitap olarak 1895'de neşredilmiş olup Ön-Bildiri “olgular ve onları temel değerlendirişlerinde anlaşan ama yorumları ve tahminleri konusunda her zaman birleşmeyen iki yazar arasındaki doğal ve haklı farklılıktan kaynaklanmaktadır” uyarısıyla okura sunulmuştur.

NOT: Hikâye her yönüyle ilginç! Bu bakımdan güzel bir özet olması itibariyle Serol Teber'in 28 Ocak 2001'de "Cumhuriyet Dergi"de yayımlanan Psikanalizin İlk Hatası: Anna O. başlıklı bir yazısının yanısıra, J. Breuer ile S. Freud'un birlikte yayımladıkları Histeri Üzerine Çalışmalar (İstanbul, 2001) adlı belgeyi ilgilenenlere tavsiye ederim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder