4 Eylül 2005
Kirlenmemenin kirden münezzeh olanlara,
arınmanın ise yazgısı kirlenmek olanlara özgü olduğu bilinince, bizlerin
kirlenmemekle değil, arınmakla mükellef olduğumuzda kuşku kalır mı?
Kalmaz.
İlk elde basît olana, elinden gelirse daha basît
olana, mümkünse en basît olana ulaşmak ihtiyacında olan insan'ın çabaları,
aslında hep birleşik olan'dan olmayana ulaşmak için.
Hakikate ulaşmak, hakikatin sahibi olmak,
gerçekte hakikatin sıfatlarıyla muttasıf olmak, yani bizâtihi hakikat haline
gelmek demektir. أنا الحق (Ben hakikatim) demeye liyakat
kazananlar, uzakta bulunan bir hakikati ellerine geçirdikleri veya ele
geçirdiklerini düşündükleri hakikat sıfatını giyindikleri için ben
hakikatim demiyorlar, aksine hakikatlerini farkettikleri, kendilerinde
bulunan hakikati bir kez daha ve kendi elleriyle buldukları için böyle
diyorlar, diyebiliyorlar.
Varolanların çokluğu, çeşitliliği, karmaşıklığı
esasen birleşik (mürekkeb) olmalarından.
Özünde basît olan insan ruhunun,
birleşik olanla her karşılaştığında onu basîte irca etmeye çalışmasının temel
nedeni de bu! Elinde olmaksızın düşünme böler, yarar, ayırır, karşılaştırır,
ister istemez derine, daha derine, hep en derine ulaşmak için kendini paralar
durur. Birleşik olanda sükûnet bulamaz, birleşik olanı cüzlerine ayırmak ve
tabiatıyla yormak/yorulmak zorundadır.
Birleşik olanların (mürekkebâtın) felsefî
ve kelâmî açıklamaları, erbabının bildiği üzere, klasik Felsefe ve Kelâm
metinlerinde sayfalar, hatta ciltler boyunca açıklanmakta. Fakat işin bir de tasavvufî
ciheti var ki kavramların ve terimlerin bu noktada pek yararı olmuyor, zira
mürekkebâtın özüne nüfuz sözkonusu oldukda, tâlibin bilmek (ilim)
mertebesinden tanımak (irfan) mertebesine geçmesi de gerekiyor. Hani, anlatmakla olmuyor yaşamak lâzım, denilen hâller vardır ya, bu cihet de o
ahval ile hâllenmeyi zaruri kılıyor. Lâkin ustalarımız bilmeden tanımakta hep
bir eksiklik bulmuşlar ve talebelerine ne yapıp edip önce ilim ehli arasına
girmelerini tavsiye etmişlerdir. Hâllerini kağıda dökmelerinin, düşüncelerini
yazmalarının en temel sebebi de budur.
İfade istifade içindir; dolayısıyla ilim
de kâfi değildir ve fakat lâzımdır.
Öğretici bir misâl olması bakımından Abdülkerîm
Cilî'nin (öl. 1428) Meratib'ul-Vücud adlı risalesinde mürekkebâta dair
yapılan izahâta bakılmasını tavsiye edebilirim. [Bu değerli risale Abdülaziz
Mecdi Tolun (öl. 1941) tarafından vefatından bir yıl önce, 1940'da Osman Nuri
Ergin'e (öl. 1961) dikte ettirilmek suretiyle Türkçe'ye çevrilmiş olup yazma
halindedir.]
Cilî hazretleri, varlığın mertebelerinden 22.
mertebe'yi açıklarken mürekkebâtı mümkinâta hasredip bunları da altı kısımda
inceliyor:
1) mürekkebat-ı ilmiye
2) mürekkebat-ı ayniye
3) mürekkebat-ı sem‘iye
4) mürekkebat-ı cismaniye
5) mürekkebat-ı ruhaniye
6) mürekkebat-ı nuraniye
Özetlemeye çalışırsak, mürekkebât-ı ilmiye
bilinen'in (malum'un) bilen'de (âlim'de) mevcut suretlerinden (ilim) ibaret
olup dış dünyadaki nesneler birleşik olduğu için onların suretlerinden herbir
suret bilen'de de birleşmiş olarak bulunur. Dolayısıyla bilen'in bilmek için
dış dünya'daki bilinenenlere ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç ise esasen onun için
bir zaaf değil, kemâle ulaşmak için bir imkândır.
Cilî hazretlerinin bizi burada doğrudan
ilgilendiren bir tesbitini, teknik detaylardan sarf-ı nazarla aktarmak isterim:
Bizim izah ettiğimiz bu mesele içinde ecsamın sırr-ı imtizacı da bildirilmiştir. Çünkü ervah (ruhlar), kemalâtını âlem-i ecsam vasıtasıyla iktisab eder.
Yani?
Yanisi şu:
Görmüyor musun bir kimse anasından âma olarak doğsa, onun ruhu renklerin keyfiyetini mubsıra ile iktisab olunan hilkatin güzelliğini bilemez. Öyle olduğu zaman sun‘-ı ilahî'ye ait ilimden bir nev-i kemali fevtederek ölmüş demektir.
Bir kimse sun‘-ı ilahî'den ne kadarına cahil ise, kemâlden o mikdarına da cahildir demektir.
Kezalik bir kimse sağır olarak yaratılsa, o kimse peygamberlerin ve peygamberler vasıtasıyla gelen şeriatlerin cüzlerini bilemez. Bu kimse de öldüğü zaman sağırlığının mâni-i iktisab olduğu kemalâtı fevtetmiş olur. Halbuki sağır olan kimse sâmiasından başka âza ve havassına ait kemalâtı iktisab etmiştir.
Demek oluyor ki düşüncenin hakkını vermek için
duyguların hakkını vermeli, duyguların hakkını vermek için de önce duyuların
hakkını vermeli. Diğer bir deyişle basît olana, daha basît olana, en basît
olana ulaşabilmek için, her ulaştığımız basîtin aslında birleşik olduğunu
görmeli, birleşik olanı kendi libâsı içinde tanımaya çalışmalıyız.
Bakmadan görülmez. Önce bakmalı ve fakat orada
kalmayıp baktığımızı görmeyi de denemeliyiz.
Daha önce işaret ettiğimiz şu noktanın
artık hakkını verebiliriz sanırım:
Birleşik olanların (mürekkebâtın) dünyasında birleşik olmanın bedelini ödemek zorundayız, üstelik seve seve ödemek zorundayız. Çünkü Hz. İnsan kemâlini bir tek çıkmakla değil, inmekle de kazanıyor.
Çamura bulanmayanın arınmak için çabalamasının ne anlamı olabilir ki?
Arınmak kavramı, bizzat kendi içinde kirlenmeyi,
kirlenmiş olmayı da barındırıyor. Çünkü ancak kirlenebilenler arınabilirler,
yani arına-bilmek için kirlene-bilmek gerekiyor.
Burada her iki sözcüğe de -bilmek ekinin eklenmesi, insanda böyle bir yetinin, bir kabiliyetin mevcut olmasına
işaret etmek ihtiyacından ötürü.
Bu yüzden bir insan, evet bir tek insan hem
kirlenmeyi, hem de arınmayı bilir.
Hani, bana, her zorlukla birlikte bir kolaylık varın
anlamını sormuştun ya, bak işte söyledim.
فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ
وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder