Sayfalar

TASAVVUF METİNLERİ TAB EDİLMELİ AMA NEŞR EDİLMEMELİ


22-23 Temmuz 2006


1. Söyleyen ve söylenen’den bağımsız olarak her söz’ün özgül ağırlığı vardı bir zamanlar, zira söz’ün kendisi söyleyen ile söylenen’i temsil ediyor olması dolayısıyla bizatihi kutsaldı. Söz çoğalınca söz’ün ağırlığı tabiatıyla söyleyen’in ve söylenen’in değeriyle mütenasib olmaya başladı, böylelikle söz kadar, söyleyen de, söylenen de ciddiye alınır oldu. Değersiz ve gayr-ı ciddi olan, hiçbir surette söz’ün konusu olamazdı. Aksini düşünenler susmaya başladılar bu yüzden.

2. Yazı’nın ortaya çıkışıyla, yazar’dan ve yazılan’dan bağımsız olarak her yazı özgül ağırlığa sahip oldu, zira yazı’nın kendisi, yazan’ı ve yazılan’ı (söz’ü) temsil etmesi itibariyle kutsallaştı. Yazı çoğalınca, daha doğrusu yazı, ehil olmayanların eline düşünce, kimin neyi yazdığı önem kazanmaya başladı. Artık sadece yazı değil, yazan da, yazılan da itibar şartları arasına dahil oldu. Değersiz ve gayr-ı ciddi olan, hiçbir surette yazı’nın konusu olamazdı. Aksini düşünenler, yazmaya karşı çıkıp sadece konuşmakla yetindiler. Nitekim sohbetin kıymet kazanması bu yüzdendir.
Duygu, düşünce ve davranışın yerini nasıl söz aldıysa, yazı da söz’ün yerini aldı. Yazı toplumlarında yazılmayan sözün ne kıymeti olabilirdi? En nihayet söz uçar, yazı kalırdı. Kalıcı olan makbuldü. Kalıcı olan yazı olduğu için, yazı bizatihi makbul ve muhterem idi.
Matbaanın icadından evvel böyleydi, peki ya sonra?


3. Matbaanın icadından sonra bizatihi yazı’nın değeri azaldı, basılmış (matbû) ve yayılmış, yayımlanmış (neşredilmiş) olan kıymet kazandı. Yazmak, yaymak veya yayımlamak demek değildi. Fakat basmak öyle mi? Basılan, hem de aynı anda yaymaya, yayımlamaya eş bir anlam kazanıverdi. Çünkü değersiz olan basılamaz ve dolayısıyla neşredilemezdi, basılıyorsa ve yayımlanıyorsa değerli olmalıydı. Aksini düşünenler, yazdıklarını basmayı reddettiler, yazdıklarının ehil olmayanların eline geçmesinden çekindikleri için reddettiler.

4. Elektronik yazım ve yayım imkânlarının  genişlemesiyle basılı metinlerin de değer kaybettiği bir devrin başlarındayız. Görsel olan yazılı olanın önüne geçiyor doğal olarak, zira idrak-ı hissî (duyular) her zaman idrak-ı aklî’ye (zihne) galebe çalar. İlkini kullananlar, ikincisini kullananlardan çoktur da ondan galebe çalar. Neşriyat sahasının ticarî hevesleri tatmin etmesinin bir sebebi de budur, müşteri çoğalmaktadır çünkü.

5. Bugün ne yazık ki birçok tasavvufî metin peşisıra tercüme edilip yayımlanıyor ve böylelikle bu metinler onları okumaya ehil ve salih olmayanların eline geçiyor. Anlama ve kavrama kabiliyetleri gerekli terbiyeden geçmediği halde, ehil olsun olmasın bu metinleri (güya) okuyanların anlamadıkları/kavramadıkları meselelerde ileri-geri sözler sarfetmeleri kolaylaşıyor.
Tercümelerin ehil kimseler tarafından yapılması gerektiğini söylemediğim gibi bu metinlerin tercüme edilmemesi gerektiğini de söylüyor değilim. Bilakis söylemek istediğim şu:
Bu eserler nâ-ehillerin önüne atılmamalı, inciler, ehil olmayanların ellerinde misket haline getirilmemeli. Meselâ İbn Arabî hazretlerinin birçok eseri avam için hiç de gerekli olmadığı halde ardısıra piyasaya sürülüyor ve hem halka, hem de bu âsar-ı güzîdeye yazık ediliyor.

6. Eskiden tekkelerde dahî her metin her müride okutulmaz, her derviş her sohbet halkasına dahil olamazdı. Liyakat kesbetmeden okunulacak metinler, okuyanlara yarardan çok zarar getireceği için salikler sıralarını beklerler, liyakat kesbettikleri kanaati hasıl olursa, yani izin çıkarsa bu metinler kendilerine okutulurdu. Birçoğunu tek başlarına da okumazlar, bilâkis bu metinler ehlinin/erbabının dizinin dibine çökülerek kendilerinden tahsil edilirdi. Hangi metni okuduğunuz önemli değildi, hangi metni kimden okuduğunuz önemliydi.
Tasavvuf metinlerinin önemli bir kısmının, avam için değil, bilâkis ehli için, erbabı için yazıldığı dikkate alınırsa, bugün uluorta basılıp yayımlanmalarının niçin büyük bir mahzur teşkil ettiği anlaşılır sanırım.

7. Eskiden terbiye edenler terbiye edecek oldukları kimseleri bizzat seçerler, herkesi sohbet ve irşad halkalarına dahil etmezlerdi. Ahvalinden haberdar olduklarını sabır, tahammül ve tesamuhla uzun bir terbiye sürecine sokarlar, her adımlarında yanıbaşlarında durmayı bir vazife telakkî ederlerdi. Şimdiyse herşey tersine döndü. İnanın, bu hiç de hayra alâmet değil!


* * *

Reiner Maria Rilke, birgün derin düşüncelere dalmış olan Rodin’in yüksek bir şükran duygusuyla ağzından Je commence à comprendre (anlamaya başlıyorum) sözcüklerinin döküldüğünü söyler.

Rodin sözlerine şöyle devam etmiş:







Bunun da nedeni, bir şeyi anlamak için yoğun çaba harcamamdır, bir tek şeyi anlayan, her şeyi anlar çünkü.









Anlamaya başlıyorum...

Anlamak, pek öyle sanıldığı kadar bir çırpıda kendisine ulaşılıveren bir hâl değildir, meşakkat ister, yorulmak ister, yoğun çabalar sarfetmek ister.
Herhangibir şeyi anlamaktan söz etmiyoruz, bilâkis bir şeyi anlayıp anlamadığımızdan emin olmayı kastediyoruz, anlamaya başlıyorum diyecek denli derin bir kavrayış hâlinden, eşyanın hakikatini anlayıp kavramaktan söz ediyoruz.
Bazen anlarsınız, ifade edemezsiniz, bazen de ifade edersiniz ama ifade ettiğinizin ne anlama geldiğini bilemezsiniz.
Anlamak bir hâldir ve bu hâlin bile kendi içinde bitimsiz mertebeleri vardır.
Tamam, doğru anlıyorsun, ama acaba hangi mertebede?
Anladığını zannettiğin nice şey vardır ki daha yukarı mertebelerde o anlayış —kelimenin tam anlamıyla— anlayışsızlık olarak görünür sana. Güya ben de anladığımı zannetmiştim, dersin. Anlamadığını anlamamışsan, nice anlayışın bir adım sonra anlayışsızlığa dönüştüğüne hiç tanık olmamışsan, bu tür açıklamaları işi yokuşa sürmek şeklinde yorumlamaktan kaçınamazsın, anlamanın, bilmenin bir ayrıcalık gerektirdiği hakikatine tahammül edemezsin.
Herkesin ilim sahibi olması gerekmediği gibi, herkesin her ilmin sahibi olması da gerekmez. Bilinecek olanlar çok, zaman ve imkânlar ise kısıtlı.
Bilmediklerimizi bilenlere sorarak veya yazdıklarını okuyarak öğreniriz, tesellisi fevkalâde aldatıcıdır.
Niçin?
Çünkü herkesin her şeyi bilmesi ve anlaması gerekmez. Nasibi de olması gerekir, yani bilmeyi istediği şey’le arasında bir nisbetin, bir oran ve orantının bulunması da gerekir. 
Arada nisbet yoksa, tâlibin nasibi de yok demektir. Önce nisbet kurulmalı, nasib gelmeli, ardından da anlama/bilme hâli beklenmeli!
Tasavvuf metinlerini alıp eve yığmak, gelişigüzel o sayfalarda dolaşmak, beylik bir iki alıntıyla bu işlerden anlıyormuş gibi davranmak nefse güzel görünen aldatıcı hâllerdendir ve fevkalâde zararlıdır, hatta tehlikelidir.
Niçin?
Çünkü anlamadığın şeyleri anladığını zannedersin, hâl böyle olunca, anlamak, bilmek için senden istenen koşulları yerine getirmek gereği duymazsın.
Sonuç?
Sonuç hüsrandan başka ne olabilir ki!
Bu yüzden tasavvuf metinleri uluorta yayımlanmamalı, ehil olsun olmasın her önüne gelen kişinin bu kitapların mahremiyetine tecavüz etmesine izin verilmemeli. Halka merhamet edilecekse, bu suça ortak olunmamalı!
Aralık 1997’de Dergâh dergisinde İbn Arabî’nin Yorumu, Aksekili’nin Suâli, Babanzâde’nin Cevabı başlıklı bir makale yazmış, sâbık Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki’nin (vef. 1951), İbn Arabî’nin Kur’an ayetlerini tefsir tarzıyla ilgili olarak Babanzâde Ahmed Naim’e (vef. 1934) yazmış olduğu 13 Temmuz 1934 tarihli mektubuyla, 3 Temmuz 1934 tarihli cevabî mektubu bir arada yayımlamıştım.
Son devrin büyük mutasavvıflarından Fatih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi'nin (vef. 1920) damadı olan Babanzâde, vefatından yirmi gün önce yazdığı bu mektupta Aksekili’nin sorularını cevapladıktan sonra sözlerine şöyle son verir:
İşte suâlinize karşı hacâleten imlâ edebildiğim bir sürü sözler bunlardır. Şeyh-i Ekber hazretlerinin nazarımda makamı pek büyüktür. Mevzû-i bahs âyet-i kerîmede ehl-i cem‘in hâline işaret sezip beyan etmek istemiştir. Bu gibi sözlerin, sizin ve bizim halka ta‘mim maksadıyla yazdığımız yazılarda neşredilmesini hiçbir zaman tensîb edenlerden değilim. Bunlar bir sınıf-ı mahsûs için kıymetli olabilirlerse de umûmu —korktuğunuz gibi— dalâlete, zendaka'ya sevkedebilir. Binaenaleyh sizin fikrinizi tasvîb etmekle beraber, Şeyh-i Ekber hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın da zerresini feda etmem. Bâki âfiyette dâim olunuz efendim.
Bu işin erbabı, İlm-i Hakk’ın (Hakikat Bilgisi’nin) öteye beriye saçılmasına rıza göstermez, bu bilgilerin ehil olmayanların eline geçmesinden, bu gafillerin de halkı nâ-hak yere yoldan çıkarmasından çekinirlerdi.
İrşad başkadır, tebliğ ve propaganda daha başka.
İrşad, muhatabın mukteza-yı hâline göre davranmayı gerektirir. Kimi yayıncıların ve onlara çanak tutanların İbn Arabî’nin âsar-ı güzidesini pazara çıkarmakla yaptıkları şey, ne yazık ki irşad değil, ifsaddır.


Ek okuma için tıklayınız: 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder