Sevgili
dostum,
Ben hasbî
tefekküre inananlardan değilim. Kendimi bildim bileli de hiç tarafsız olmadım. Tarafsızlığın başka
birşey, dürüstlüğün daha başka birşey olduğuna inandığımdan, hem taraf oldum,
hem de dürüst olmaya çalıştım. Bu nedenle, tarafsız
fikirleri seslendirdiklerini iddia eden zevâtı da hep tebessümle izledim ve
tabiatıyla ne kendilerini, ne de fikirlerini ciddiye aldım.
Hasbî tefekkür adı altında kamuoyunun huzuruna
çıkarılan görüşlerin, parlatılan, cazip hâle getirilen ve yaygınlaştırılan
söylemlerin de kezâ ne tür bir siyaseti tahkim ve tezyife yaradığını,
yarayabileceğini hep merak ettim durdum.
Parlaklığın gözlerimi kamaştırmasına
müsaade etmedim. Bunun için elimden geleni yapmaya, ister istemez başka
taraflara bakmaya, bu arada durmadan etrafta dolaşıp, aaa cambaza bakın, diyen şarlatanların ellerinden kurtulmaya gayret ettim.
Gayretlerimde ne derece
muvaffak olabildiğime gelince, bu bir bahs-i diğer. Lâkin gayret sahibi olmak,
muvaffakiyet sahibi olmaktan evlâdır deyû muvaffakiyet sahibi değil, her dâim
gayret sahibi olmaya ehemmiyet verdim.
Ucuz
adamlardan, ucuz fikirlerden, ucuz işlerden hep nefret ettim.
Her ne kadar
hasbî tefekküre inanmadığımı söylediysem de ben her zaman hasbî adamlara,
ivazsız-garazsız konuşan, inandıklarının bedelini ödeyen, ödemeyi göze alan
sâfî sadakat kesilmiş erlere kıymet verdim, dâvâlarına râm oldum, iddialarını
hep yürekten destekledim. Yanlış dediklerinde sözlerine yanlış demedim, yalnız kaldıklarında onları yalnız komadım,
acınacak hâle geldiklerinde bir tekme de ben vurmadım. Deliyse bizim delimiz dedim, sahiplendim,
atmadım, itmedim, satmadım, en nihayet deli oldum, divâne oldum. Belki dağları
delmedim, çölleri aşmadım, lâkin Şirin'e Ferhat, Leyla'ya Mecnûn gibi göründüm.
Âriflerin sohbetine eremedim, velilerin huzuruna varamadım, ağyârdan vazgeçtim,
yine de yârin zülfünü göremedim, hayfâ ki kitapların arasında dindirmek istedim
acımı. Aşk imiş her ne var âlemde/İlim
bir kıyl u kâl imiş ancak sözünü telaffuz ettim ve fakat bir türlü sırrına
mazhar olamadım.
Meğer
sadra şifâ olmazmış şu satr-ı mürtesem
dedikleri.
Ben de uzleti seçtim, inzivaya çekildim, daha ziyade tahammül
gösteremeyip nâdan huzurundan itizal eyledim. Savm-ı samt adayıp cühelâ önünde
sustum, fakat dutabilseydim su içerdüm
kılardum def‘ini diyemedim, iftarımı erenlerin sohbetiyle açtım.
Dostlar, sen ki gelesin meclise yer mi bulunmaz / bâş
üzre yerin var dediler diye terki terkettim. Dağlara çıkmış iken indim,
eteklerinde hizmeti seçtim, ez dil u can emek verdim, ömür verdim, can verdim,
vâ esefâ yine canâna eremedim.
Gayret ettim ise de Fuzûlî gibi, ne bilür
ohumayan mushaf-ı hüsnün şerhin / yere gökden ne içün indügini Kur’anun demeyi
beceremedim.
Açtım Niyazî'nin divanını, mushaf-ı
hüsnüne çün tefe’ül eyledim ben, yine de aradığıma nâil olamadım.
Hâsılı
hiç sesli düşünmedim, düşünceme ses, sesime can veremedim.
Çok istedim, lâkin
bu can bu tende kaldıkça ölmeden önce ölemedim.
Bâki
selâmlar.
NOT: Bu
satırların yazılı olduğu kağıdın arka yüzüne şöyle bir beyit düşülmüştü:
Kesdi men şîfteden ehl-i selâmet yolunu
Bes ki etrâfuma cem oldu melâmet daşı
Başlık
işbu beyitten alınmadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder