Sayfalar

MEZAR ZİYARETLERİNDEN NOTLAR


30 Temmuz 2006


Bilenler bilir, mezarlık edebiyatı denince, evvelemirde akla, doğup büyüdüğüm o belde-i muhteremeye lâyık bir eser-i muhalled gelir:
Merakid-i Mutebere-i Üsküdar
Yani Üsküdar’ın Ünlü Mezarları.

Behcetî İsmail Hakkı el-Üsküdarî’nin bu değerli eseri Prof. Bedi N. Şehsuvaroğlu tarafından yayıma hazırlanmış, Türkiye Turing ve Otomil Kurumu tarafından da 1976’da neşredilmişti.

30 yıl önce, Şehsuvaroğlu eseri sunarken şöyle diyordu, dinleyelim belki kulağımıza küpe olur:
Bir toplum, bir şehir için mezarlıklar dinî ve ijiyenik olduğu kadar toplumsal ve kültürel bir konudur. Filhakika 1930’da çıkan 1590 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu mezarlıklar için, meselâ toprak ve rüzgâr durumları gibi, birçok şartlar arar. Halbuki İstanbul’daki irili ufaklı 212 mezarlıktan yalnız bir tanesi, Zincirlikuyu, kanunun aradığı bu şartları haizdir. 
 

Bunun dışında toplumsal ilgi ve kültür korunması bakımından da mezarlıklarımız cidden öksüzdürler. Zira mezarlıklar bugün kişilerin geçmişlerine olan bağlılığı kadar toplumların tarihleri ve güzel sanatla olan ilgilerini de belirten anıtsal eserlerdir. Hatta bir toprağın en doğal tapuları mezarlıklardır. Fakat ne yazık ki uzun asırlar, bir ilgisizlikle karşılanmış ve bu yüzden herbiri birer “açık hava müzesi” olan mezarlıklarımız, herbiri birer sanat eseri olan o güzel mezartaşlarımız harabîye terkedilmiştir. (s. 3)
Evet, her mezarlık gerçekte birer açık hava müzesi gibidir. Başkalarını bilmem ama en azından benim için böyledir.

Berlin’de kaldığım yıllarda ilk yaptığım işlerden biri, Berlin mezarlıklarını dolaşmaktı. Bazı gençler, Bergama Müzesi varken, niçin hristiyan mezarlıklarını öncelediğimi anlayamamışlar, hatta biraz garipsemişlerdi. Wilhelm-Alexander Humbold kardeşlerin aile mezarlığını ziyaret edebilmek için, sağolsun, taksici bir gencin rehberliğinden istifade etmiştim. Alman tarihinin bu iki ünlü devlet ve ilim adamının heykellerinin oturtulduğu kaidelerin arasından geçmeden Berlin Akademisi’ne veya Humbold Üniversitesi’ne giremezsiniz.

Ben önce mezarlıklarını ziyaret etmiş, sonra o kanaatle akademinin içine adımımı atmıştım.

İçlerinden bir tanesi, Fatiha da okudunuz mu hocam, dediğinde, ben de lâtife kabilinden, hayır, dedim, sadece Matta İncili’nden Dağdaki Vaaz’ı okumakla yetindim.

Berlin’de Hegel’in, Ficte’nin, Bertolt Brecht’in, Helene Weigel’ın mezarlarını görmeden Tubingen’de Hegel’in ders verdiği sıralarda dolaşamaz, Brecht tiyatrosunda Lessing’in Die Juden adlı eserini katiyyen izleyemezdim, o nedenle önce mezarlarını, sonra eserlerini seyretmeyi tercih ettim.

Müze-evler bir bahs-i diğer, zira Tübingen’de Hölderlin, Weimer’de Goethe, Marbach’ta Schiller, Erfurt’ta Luther, Wittenberg’de Melanchthon, Berlin’de Brecht, Viyana’da Freud, Paris’te Balzac ile Hugo’nun müze-evlerini gezmek, en az eserlerini okumak kadar heyecan vericidir.

Paris’e gidip, hele hele Paris’te yaşayıp da Le Père Lachaise mezarlığını gezmemek olur mu?

Başkalarını bilmem ama, ben geçen yıl Paris kitapçılarını haftalarca tavaf ettikten hemen sonra tam bir  günümü Le Père Lachaise mezarlığına ayırmıştım.





Önce Balzac’ın mezarı, hani şu, başında, Victor Hugo’nun ünlü konuşmasını yaptığı mezar. 

Goriot Baba’nın sonunda, romanın genç kahramanı Rastignac’ın Paris’e yüzünü dönüp ünlü ahdini yaptığı Père Lachaise.

Rodin’in Balzac heykellerine taş çıkartan (!) kibirli olduğu kadar da haşmetli Balzac büstüne evsahipliği yapan Père Lachaise.










Hemen altında Ahmed Kaya’nın sevimli mezarı mahzun mahzun sizi bekler.













Biraz daha aşağıda Yılmaz Güney’in Protestan tarzı yapılmış o garip mezarı.

Mezardan başka herşeye benzeyen lahdi bulabilmeniz için üzerine dökülü çiçeklerin rehberliğinden yararlanmayı ihmal etmemelisiniz. 




Zahmet edip yukarı çıkarsanız, Chopin’le karşılaşır, daha yukarılardaysa La Fontaine’le Molière’i yanyana yatarken bulursunuz. Auguste Comte’un mezarını bulabilmeniz için hayli zahmet çekeceğinizi haber vereyim. Bütün ihtişamına karşın kenara atılmış gibidir Comte ve hemen yanıbaşındaki özgürlük âbidesi.

Père Lachaise ihmal edilip Japon turistlerin ve bir de, hayatım, sen hiç Louvre’u gördün mü, sorusuna, aaaa, o nasıl söz, tabii ki gördüm, demeyi marifet bilen koketlerin akınına uğrayan Louvre’un ziyareti anlaşılır umurdan değildir. Çünkü bu, tıpkı Karacaahmet veya Edirnekapı ya da Eyüp mezarlıklarını ziyaret etmeden Topkapı sarayında ağzı, İstiklâl caddesinde cebi açık turlayan sonradan görmelerin hâline benziyor.




Şehrin ruhu, o şehrin mezarlıklarında temessül eder. Mezarlıklarını ziyaret etmeden, bir şehrin ruhuyla temas edemezsiniz, nasıl ki Elmalılı Hamdi Yazır’ın Sahra-yı Cedid'deki mezarı başında bir Fatiha okumadan, tefsirini anlayamazsanız, aynen öyle.







Ek okumalar için tıklayınız.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder