12-13 Haziran 2004
Masabaşı
koşullarından yoksun bir ortamda insanların bilimle, felsefeyle
uğraşamayacakları (=hasbî tefekkür) iddiasına bir de İmam Gazâlî'nin zaten daha
önceden felsefe'ye vurmuş olduğu o öldürücü darbe (!), yani “psikolojik etki”
eklenince, bu kanaat biri fikrî, diğeri askerî en az iki sebebe binaen
kolaylıkla bir kaziye-yi müselleme haline geliveriyor.
Malum olduğu üzere
müsellemât, her ne kadar burhanî bilgi temin edemese de —her iki anlamıyla—
efkâr-ı umumiyeyi temin etmeye yetiyor. Nitekim Hilmi Ziya Ülken'in (ilk
baskısı 1933-1934 yıllarında yapılan) Türk Tefekkürü Tarihi'nden yaptığımız şu
kısa alıntı, bu söylemi bir çırpıda özetlemektedir:
İbn-i Sina'dan sonra Felsefe ve Mantık tedkikleri büyük bir inkişaf kazanmak üzere idi. Onun eserleri her tarafta okunuyor, tenkid ve şerh ediliyordu. Fakat bu inkişafı iki hadise durdurmuştur: Biri Gazalî'nin Kelâm sahasındaki hücumları, diğeri Cengiz istilası.
Gafletin
bu kadarı ancak tahsille koyultulmuş olabilir. Binaenaleyh aynı tahsilin
çarklarından geçmiş zekâların kolayca gerçekliğine inanıverdikleri bu masalın
neredeyse birbirinin aynı olan versiyonlarını burada bir kez daha yinelemeye
çalışmanın pek bir yararı olacağını sanmıyorum. Meselenin İmam Gazâlî'ye
taalluk eden ciheti Keşf-i Kadîm adlı
eserimizde yeterince ele alındığından, burada sadece, savaşın düşünmeyi ve
fikir üretmeyi engellediği şeklindeki iddiayla meşgul olmak istiyoruz.
Bir
düşünelim bakalım, savaş hükmünü icrâ ederken felsefe yapılamaz mı, düşünce
üretilemez mi?
Bu
soru'nun dile getirilişinde mübhem taraflar var gibi. Çünkü düşünecek veya
düşünceyi üretecek olanların kimliği nazar-ı itibara alınmamış görünüyor.
Düşünmenin
ve düşüncenin kendisi bir yana, düşünenleri dikkate alarak soru'nun dibini
itinayla eşeleyelim ve bu sefer biz soralım:
Savaşa bizzat katılanlar mı
nazariyâtla ciddi surette meşgul olamaz, denmek isteniyor, yoksa nazariyatla
meşgul olmak savaşa katılmasalar da savaşın etkilediği ortamlarda bulunanların
harcı değildir, mi denmeye çalışılıyor?
Savaşın çokluk bir süreye, hem de uzun
bir süreye yayıldığı ve çok farklı zeminlerde sürdüğü nazar-ı itibara alınırsa,
üstelik bu sürecin ister istemez farklı yaşantılara farklı imkânlar tanıdığı ve
hatta ilim talebelerinin mümkün mertebe cepheden uzak tutuldukları düşünülürse,
bu soru, hakikatte neyi sormuş oluyor?
Bu nasıl
bir savaş ki, nasıl bir savaş toplumu ki altı-yedi asır boyunca düşünmeyi
uykuya yatırabiliyor?
Herhangibir toplumun ister savunma halinde olsun,
isterse saldırı halinde olsun sürekli bir savaşın içine gömülmesi, nasıl olup
da düşünmeyi böylesine uzun bir süre boyunca tatile çıkarabiliyor ve üstelik
toplumun hiçbir kesimi için bu kaos, bu keşmekeş bir düşünme sebebi olamıyor,
bir düşünme imkânı haline gelemiyor?
Oysa savaş, herşeyden evvel yoksulluk
demek, yoksunluk demek, hepsinden önemlisi bir yönüyle ölümle karşılaşmak
demek! Savaş durgunluğun değil, hareketin adı. Savaş, insanları ölüme götüren
bir mekanizmanın bütün acımasızlığıyla hükmünü icra ettiği bir vasat.
Savaş
savaşacak insanları, savaşacak insanlar güçlü teşekkülleri, güçlü teşekküller
ise bu teşekkülâtı sağlayacak teşkilâtları, yani bir devleti gerektirir.
Devletler, hele hele büyük devletler ise düşünen zekâlara, yani uğrunda savaşılacak
büyük düşüncelere ihtiyaç duyarlar.
Düşünmenin esas itibariyle teşekkülâta da,
teşkilâta da ihtiyacı olmaz. Düşünme soruna ihtiyaç duyar, soru sorar,varsa
sorunlara, sorulmuşsa sorulara cevap arar. İşbu vasat, aklı ve düşünmeyi
harekete geçiremiyorsa, düşünme yola düşmek için acıdan, ızdırabdan başka
sahiplerinden ne bekleyebilir?
Savaşın
olmadığı bir dönem mi var insanlık tarihinde?
Düşünelim bakalım, düşünme hangi
durumda, hangi savaşsız ortamlarda harekete geçmeyi başarabilmiş?
Düşünme
tarihin hangi dönemlerinde, hangi coğrafyalarında susmak zorunda kalmış?
Batı
coğrafyasında mı? Adlarını sıralamanın marifet addedildiği Batılı düşünürler,
savaşın ateşinin düşmediği sâkin beldelerde mi eserlerini vermişler?
Sanırım
söylemek bile gereksiz, işaret ettiğimiz varsayımların sahipleri sadece yoku
var saymaya çalıyorlar.
Evet sadece var-sayıyorlar.
Ahlâk
kitaplarının ahlâksızlığın en yaygın olduğu dönemlerde yazıldıkları gibi,
hakikî düşünceler de, hakikî sanat eserleri de düşünceye ve sanata en çok ihtiyaç
duyulan zamanlarda, yani savaş ortamında, yani kaosun tam da ortasında ortaya
çıkarlar. Savaşçılar düşüncelerin önünü tıkadıkça düşünme de ister istemez
varlık sahasını adımlamaya ve topluma düşüncelerini açıklamaya çalışır.
Bu, bir
tür düşünen insanın kendini koruma güdüsüdür.
Bu
vesileyle I. Dünya Harbi'ne katılmış biri doğulu, diğeri batılı, çağdaş iki
dil-mantık ustasının ikisi de bugün birer klasik haline gelmiş eserlerini,
üstelik cephe gerisinde filan değil, bizzat cephedeyken, hem de ölümün nefesini
enselerinde hissederlerken yazdıklarını hatırlatmak istiyorum.
İlki Said
Nursî'nin (1876-1960) eser-i muhalledi İşarat'ul-İ‘cazı,
Diğeri Ludwig
Wittgenstein'ın (1889-1951) Tractatus Logica-Philosophicusu.
Toplum
savaştayken ve savaşırken düşünen kimselerden değil, bizzat kendileri
savaşırken düşünen kimselerden söz ettiğimize göre, hem savaşan, savaşırken
yaralanan ve fakat hem de düşünmeye, üretmeye devam eden bir âlimin, Said
Nursî'nin İşarat'ul-İ‘cazı nasıl telif ettiğini görmek için aşağıdaki
satırları okuyalım:
Kaymakam, Vali, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum ettiği zaman, Üstad, gönüllü talebeleriyle ve çekilmeyen otuz-kırk kadar parekende askerle Kazaklara karşı durmuş, çekilen ahalinin mallarının, çoluk çocuklarının düşman eline düşmekten kurtulmalarına sebep olmuştu. Vastan'ı müdafaa eden mühim bir kuvvet bulunduğu ve imdat geldiği fikrini vermek için geceleri Kazakların üstündeki yüksek bir tepeye hücumlar yapıyor, Rusları şaşırtıyor ve korkutuyordu. Bu suretle Vastan Rus istilasından kurtuldu. Üstad, bir taraftan harbederken, diğer taraftan kâtibi Molla Habib'e tefsir yazdırıyordu. Üstadın bu kâtibi, İran cephesindeki kumandan Halil Paşa ile muhabere vazifesini de yapıyordu. Molla Habib çok fedakârâne kahramanlıklar gösterdikten sonra Vastan'da şehid düşmüştü. (Eşref Edib, Said Nursî, s. 37, İstanbul, 1990)
Şimdi de
Said Nursî'nin I. Cihan Harbi'nde bizzat kurduğu gönüllü milis alayına iştirak
eden talebelerinden Ali Çavuş'un 1952'de Van'ın Çerovanis Köyü'nde
anlattıklarını dinleyelim:
Cihan harbinde Pasinler'in dağlarında savaşıyorduk. Bazen ekmek buluyor, su bulamıyor; bazen de su buluyor, ekmek bulamıyorduk. Üstad sık sık çadıra geliyor “Kağıt bulun!” diyordu. “Seyda! Biz can derdindeyiz, sen kağıt derdindesin. Bir bizim hâlimize bak, bir de seninkine bak. Şimdi sana kağıdı nereden bulalım? Bırak artık şu yazma işini!” diyorduk. İçimizde de ilim ve irfan noktasında en güzide Habib idi, yazısı da güzeldi. Üstad söylüyor, o yazıyordu. Biz ne kulak veriyor, ne de anlamaya çalışıyorduk. (Mehmed Kırkıncı, Hayatım-Hatıralarım, s. 44, İstanbul, 2004)
Aynı
savaşta, yani I. Cihan Harbi'nde Avusturya-Macaristan ordusunda yine Ruslara
karşı savaşan Ludwig Wittgenstein'ın ünlü eseri Tractatusu siperden sipere
koşarken kaleme alışının hikâyesine kısaca bir göz atalım:
7 Ağustos 1914 Rusya'ya savaş ilan edilmesinin ardından Wittgenstein gönüllü olarak Avusturya-Macaristan ordusuna katıldı. Tolstoy, Emerson ve Nietzsche'yle felsefe okumalarına devam etti; dilin resim teorisini geliştirdi; Tractatus üzerinde çalışmaya başladı.
1915'de askerliğini yaptığı Krakov'daki topçu atölyesindeki patlamada yaralandı.
1916'da kendi isteğiyle Galiçya cephesindeki topçu alayının ileri saflarına gönderildi. Defalarca madalya aldı. Tractatus'u yazmayı sürdürdü.
1917-1918'de Rusya'ya karşı Bukovina'da, sonra da İtalya'ya karşı Asiagno yakınlarında ön saflarda çarpıştı. Kılıçlı Özel Askeri Hizmet Madalyası'yla ödüllendirildi.
Temmuz 1918'de Tractatus'u bitirdi.
Kasım 1918'de İtalyanlara esir düştü.
Ağustos 1919'a kadar savaş esiri olarak kaldı. Tractatus'u Russell ve Frege'ye gönderdi.
Bu arada Russell'ın Introduction to Mathematical Philosophy adlı eserini okuyan Wittgenstein, “İnsanın esarette bitirdiği bir eseri peşinden sürüklerken, dışarıda ne saçmalıkların at koşturduğunu görmesi çok acı!” demekten kendisini alamayacaktı. (D. Edmonds-J. Eidinow, Wittgenstein'ın Maşası, s. 51, (çev. Aslı Biçen), İstanbul, 2004)
1921'de
basılma imkânı bulan “Tractatus Logica-Philosophicus”, 1929'da
Cambridge'de doktora tezi olarak sunuldu. Hikâyesi ilginçtir!
Wittgenstein'ın üniversitedeki ilk döneminden gayet iyi tanıdığı Russell ve G.E. Moore, en hafifinden düzmece denebilecek sınama sürecinde Wittgenstein'ın denetçileriydi. Wittgenstein'ın tezinin argümanları üzerine sorgulanması gereken sözlü sınav aşamasında, üç ahbab oturup hoşbeş etmişler, neden sonra Russell, Moore'a dönüp “Hadi, ona birkaç soru sorsana, profesör sensin” demişti. Bunu gelişigüzel bir tartışma takip etti; sonunda Wittgenstein ayağa kalkıp denetçilerinin omuzlarını sıvazladı ve “Sıkmayın canınızı. Bunu asla anlayamayacağınızı biliyorum” dedi. (s. 49-50)
Bir
düşünür düşünürken düşündüğünden daha tehlikeli bir şeyi düşünemez! Çünkü
düşünmenin hareketi, kendisi dışında olup bitenlerin gürültüsünü bastırır.
Düşünme, düşünen için, yeterince gürültülü bir hareketin adıdır da ondan.
Bir keresinde bir ABK [Ahlak Bilimi Kulübü] toplantısından sonra Michael Wolff'la birlikte eve dönerken, iki ABD ordu kamyonu büyük bir hızla, Wolff'un paltosunun eteklerini uçuşturacak kadar yakınlarından geçmişti. “Bu kamyonlar çok hızlı gidiyor” diye homurdanmıştı Wolff. Kazayı nasıl kılpayı atlattıklarının farkında olmayan Wittgenstein, Wolff'un sözünün ABK'de dinlediği bildiri üzerine bir metafor olduğunu zannederek, “Bunun meseleyle ne alâkası var anlayamadım” demişti. (s. 38)
Düşünme,
aklın bilinenle bilinmeyen arasındaki hareketinin adıdır. İşbu hareketin, savaşın yanında ve/veya savaşın yanısıra gerçekleşmesi ile savaşın içinde
gerçekleşmesi arasında mahiyet itibariyle bir fark yoktur.
Moğollar da,
Haçlılar da İslâm dünyasına saldırdıktan sonra düşünmeye başlamışlardı, çünkü
ezemedikleri bileğimiz değil, yüreğimizdi.
Bu yüzdendir ki ardılları önce
yüreğimizi ezdiler, sonra da bileğimizi.
İnanın
bu bizim kendi hikâyemiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder