Sayfalar

MEZAR TAŞLARI MÜZESİ


12-13 Nisan 2003




İstanbullu olmak için sadece İstanbul'da doğmak gerekmiyor.

Bu yargı bir yönüyle doğru, ve fakat,

İstanbullu olmak için sadece İstanbul'da bulunmak da yetmiyor.

Bu yargı da diğeri gibi bir yönüyle doğru.







İstanbul'da bulunmak başka, İstanbul'da yaşamak daha başka!
İstanbul'da yaşamak.
Tam da burada sormak gerekmez mi: Hangi İstanbul'da ve nasıl yaşamak?
İstanbul'da yaşamanın İstanbul'da bulunmak demek olmadığına işaret etmiştik. O halde ekleyelim:
İstanbul'da yaşamak bu bulunuşu sefahate boğmak da demek değil. İstanbul'da yaşamak Boğaz'ın boğazını sıkan zevksiz mekânlarda yemek yemek, bir şeyler içmek ise hiç değil. İstanbullu olmak biraz da İstanbul'u tanımakla, İstanbulluları tanımakla mümkün. Bakınız, olmuş-bitmiş bir şeyden değil, aksine olmaktan söz ediyoruz. Bilmeli ki olmak bir süreç. Süre isteyen, zaman isteyen, harekete ihtiyaç hisseden bir vetire. Zaman içinde ve zamanla olmak. Bir hal, bir sıfat, bir nitelik kazanmak, ve dahi bu hâli, bu sıfatı, bu niteliği zaman içerisinde ve zamanla kazanmak.
İstanbul'da yaşamak, İstanbul'u tanımak İstanbulluları tanımak ise şayet, —ki öyledir— bu sözkonusu tanımanın, tanışmanın ne idüğü (mahiyeti) bilinmeli, anlaşılmalı.
İstanbul salt bir durum'un adı değil ki bu durum ile şöyle-böyle nisbeti olanlar İstanbullu sayılsınlar.
İstanbul salt bir mekân ya da coğrafyanın da adı değil ki bu mekânın sınırları içinde bulunanlar sırf muayyen sınırlar içinde bulunmalarından ötürü İstanbullu olabilsinler.
Mekân dediğimiz alan zaman içinde oluşur, zamanla şekillenir, zamanla tanımlanabilir ve fark u temyiz edilebilir bir hususiyet kazanır. Bu bakımdan İstanbul'u tanımak İstanbul'un geçmişini, tarihini, İstanbul'u İstanbul yapan, bu şehri dersaadet kılan hususiyetlerini tanımak demektir. İstanbullular ise herşeyden evvel gövdelerini İstanbul'un topraklarında eritenler, İstanbul'un toprağında ebedî ikameti seçenler olduğuna göre, İstanbulluları tanımak için onun toprağına baş koyan bu zevatı tanımalı, onlar aracılığıyla mekânın tarihiyle temas etmeli, bu tarihe yaslanmadıkça bu tarihin oluşturduğu şehre nisbetimizin olamayacağını bilmeliyiz. (Nüfus memurları mazurdurlar, onlar bu söylediklerimi kaale almayabilirler.)


İstanbul bir kabristanlar şehri, hatta bizatihi bir kabristan.
Ölüme saygınlık kazandıran, neredeyse ölümü arzulanabilir kılan bir şehr-i mukaddes. 
Kabristanları gezilebilir eyleyen, hayat ile ölüm arasındakı sınırı ortadan kaldıran bu şehri tanımak ve bu şehre nisbet iddia etmek için bu şehrin kabirlerini, kabristanlarını, türbelerini, hazirelerini de bilmek-tanımak gerekir. İstanbul'un tarihinden, bu tarihi yaşatan mekânlardan bî-haber olanlar aslâ İstanbullu olamazlar.



Mekânı bilmek mekânın geçmişini (zamanı) bilmeye, geçmişi bilmek geçmişte yaşayanları bilmeye, geçmişte yaşayanları bilmek kabirleri bilmeye, kabirleri bilmek ise kabir taşlarını (kabir taşlarının dilini) bilmeye dayanır. Çünkü bir mekâna (İstanbul'a) mensubiyet, biraz da o mekânın (İstanbul'un) tarihine mensubiyet demek.
İstanbul'un kabristanları İstanbulu tanımak, İstanbullu olmak isteyen biz öğrenciler için birer sınıf, o kabristanların sakinleri ise birer öğretmen mevkiindedir. Öğretmenlerimizi tanımalı, onların kim olduklarını alâmetlerine (kabir taşlarına)  bakarak bilmeliyiz. İstanbullu olmak İstanbul'un gerçek sakinlerinin önünde diz çökmekle, öğrenecek olduklarımızı ancak kendilerinden öğrenebileceğimizi idrak etmekle mümkün.
İstanbul Belediyesi İstanbul'un maddi mekânlarına olduğu kadar, İstanbul'un manevî mekânlarına karşı da sorumlu. İstanbul Belediyesi İstanbul'un dirileri kadar ölülerine de saygı duymakla görevli. İstanbul Belediyesi sadece İstanbul'un kabristanlarının yok edilmelerini engellemekten ya da gezilebilir hale gelmelerinden değil, o kabirlerin ve sakinlerinin (öğretmenlerimizin) tanınmalarından da, tanıtımından da mesul.
Bu mesuliyet, o canım antika taşların üzerine balyozla küçük tabelalar çakmakla ya da üzerlerini rengarenk boyalarla boyamakla (orijinalitelerini bozmakla) olmaz! Yetkililer bu görmemişliğe, bu köylülüğe  mani olmalı ve tarihle irtibatımızın en önemli vasıtalarıdan birini olsun cahil personelin elinden kurtarmalı!




Benim teklifim kısaca şu:


Tamamen yok olup gitmeden, hemen, bir an evvel Büyükşehir Belediyesi'nin öncülüğünde bir Mezartaşları Müzesi kurulmalı! Bu müzede İstanbul mezarlarında her geçen gün yokluğa karışan, karışmak üzere bulunan mezartaşları tesbit edilip içlerinden temsil gücü yüksek örnekler seçilmeli  ve bu örnekler kronolojik olarak sergilenerek İstanbullu olmak iddiasındaki hemşehrilerimize tanıtılmalı.
İstanbullu olmak için hiç değilse biraz olmak lazım.



* * *

Eyüb kabristanına yolları düşenler Piyer Loti'ye tırmanan yokuştan yukarı çıkarken biraz dikkatle bile yolun hemen sağ tarafında merhum Ahmet Kabaklı'nın mezarını görmekte zorlanmayacaklardır. Merhumun mezartaşının üzerinde bir kavuk gördüklerinde sanırım çok az kişi yıllarca köşeyazarlığı yapmış olan ve daha çok edebiyat sahasındaki eserleriyle tanınan bir zatın mezartaşının üzerinde böyle bir kavuk sembolünün bulunmasına bir anlam verebilecek, belki de yadırgayacaktır. Buna karşın çoğu kimse ise herhalde bu sembolü bir nostaljik deneme (!) sayacak ve belki farketmeyecektir bile. Ya da bu sefer yokuşu o kadar çıkmadan sol tarafa yönelip Necip Fazıl Kısakürek'in mezarını ziyaret edenlerin çoğu merhum şairin mezartaşında hiçbir sembol ya da hiçbir yazının yer almamasına kuşku yok ki bir mânâ vermekte sıkıntı yaşayacak, bu sadeliğin sebebini yorumlamakta zorlanacaklardır. (Merhum Hilmi Oflaz ağabeyimizin mütevazı mezarının niçin orada olduğu malum, ama şairinkinin niçin orada yer aldığı sanırım çoklarınca meşkuktur.)
Yukarılara çıkmaya gerek yok, aşağılarda Adile Sultan'ın veya Prens Sabahattin'in o kocaman türbelerinin (!) mimari tarzı kaç kişinin dikkatini çekecektir sanıyorsunuz
Farkedilirse şayet, bu tarzı nasıl yorumlamak gerektiğine dair neler söylenebilir acaba?
Ya büyük Türk Matematikçisi ve Astronomu Ali Kuşçu'nun mezarı? Görevliler de dahil yerini bilen, gören acaba kaç kişi?
Ziya Gökalp'in mezartaşının başına gelenleri bilmeyenler Ziya Gökalp hakkında hakikate uygun bir tasvirde bulunamazlar desem mübalağa mı etmiş olurum?
Peki II. Abdülhamid Han'ın nâşı niçin Fatih Camii'nin haziresinde değil, İttihatçılar mezarında ikamete mecbur edilmiş de siyasetin insafsızlığı hayatın sınırlarıyla yetinmemiştir?
Buna karşın Mehmed Akif hayatta iken ayrı kaldığı dostlarıyla sınırın ötesinde buluşmuş, bir yanına Babanzade Ahmed Naim'i, diğer yanına Süleyman Nazif'i almış ebedî istirahatgâhında olsun dostlarıyla sohbete devam edebilmiştir.
Biz ölüleriyle yaşayan bir millettik bir zamanlar. Gerçi millet-i hâkime değilse bile, millet-i hakikiye hâlâ âdetlerine sadık, onda bir kuşku yok, fakat millet vasfını yitiren kitleler sınırın öte yakasından o denli uzaklar ki!

Ne yazık ki çok az kişi, bilhassa İstanbul'daki, mezartaşlarının anlamını bilir. Mezar sahibinin hangi tarikten, hangi meslekten, hangi sınıftan veya kadın mı, erkek mi, çocuk mu, şeyh mi, mürid mi, muhibb mi olduklarını ya da ilmiye'ye mi, seyfiye'ye mi, kalemiye'ye mi mensub bulunduklarını anlamak için mezartaşlarını bilmek, onların diline aşina olmak gerekiyor. Mezartaşları'nın üzerinde yazan yazıların dilini, Arapça veya Osmanlıca olmalarını kasdetmiyorum sadece, onların suretlerinin dahi simgesel bir dili olduğuna işaret etmeye çalışıyorum.
Unutmamalı ki bizim mezartaşlarımız Arkeoloji'den çok, Semioloji'nin, Göstergebilim'in konusudur. Dilbilim'e alâka duyanlara hatırlatılır!




Her mezartaşı bir anlam dünyasını sembolize eder, herbir mezartaşındaki en küçük hareket de bu anlam dünyasının kurucu unsurlarından biri olarak büyük bir işleve sahiptir. 

Ne zaman bir Melamî taşına baksam, o taş parçasının bütün gücüyle nasıl da Varlık'a feda olmuş haysiyetli başlara delalet ettiğini düşünür, üzerlerinde hiçbir alâmet olmasa bile yine de o sadelikte hep pırıl pırıl onurlu bir duruşun ışıdığını, ışıldadığını görürüm.
Şahsen hiç Yeniçeri taşı görmemiştim, geçen o da nasib oldu; koca İstanbul'da sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bu taşlardan birinin sahibi bütün perişanlığıyla hâlâ gözyaşı dökmeye devam ediyordu. Lakin tanıkları da kendileri gibi artık iyiden iyiye yok olmaya yüz tutmuştu.
İstanbullu olmak İstanbul'un geçmişiyle olmak, olanlarla olmak demektir. İşte bu yüzdendir ki İstanbul'u tanımak İstanbul'un geçmişini, İstanbul'un tarihini bu geçmiş ve tarihi bize taşıyanları tanımak demektir.
Teklifimi yineliyorum:
Tamamen yok olup gitmeden, hemen, bir an evvel Büyükşehir Belediyesi'nin öncülüğünde bir Mezartaşları Müzesi kurulmalı! Bu müzede İstanbul mezarlarında her geçen gün yokluğa karışan, karışmak üzere bulunan mezartaşları tesbit edilip içlerinden temsil gücü yüksek örnekler seçilmeli  ve bu örnekler kronolojik olarak sergilenerek İstanbullu olmak iddiasındaki hemşehrilerimize tanıtılmalı!
Bu soylu vazifeyi gerçekleştirmek kime nasib olacak bilemiyorum ama gerçekleştirecek olanları İstanbul'un sadece geçmişteki veya şimdiki sakinleri değil, gelecekteki sakinleri de hayırla yad edeceklerdir. O halde İstanbul'a bir Mezartaşları Müzesi hediye edecek olanları şimdiden hürmetle selamlıyorum.
İnanıyorum ki bu hediye sahiplerine ulaştığında, selam da ölülerin yurdundan ölümlülerin yurduna ulaşmış olacaktır.

* * *

19-20 Nisan 2003
Asfalta gitmek.
1950'lerde İstanbul'un tarih ve kültür mirasının nasıl ve ne surette yok olmaya başladığını anlamak/kavramak isteyenler için aslâ unutulmaması gereken bir tabirdir:
Asfalta gitmek.
Nice mezar, nice türbe, nice cami, yüzlerce, binlerce tarihî mekan insafsız ellerin katranlı parmakları arasında asfalta gitti, inanın, saymakla söylemekle bitmez. Asfalt denen canavarın iştahla açtığı ağzına sunulan o cânım eserlerin yerlerinde bari şimdi yeller esse! Nerede? Yeller bile küsmüşler esmiyorlar. İğrenç betonarmeler doğurdu ve kapılarımızın önüne bıraktı bu asfalt canavarı.
Kolaylıkla görülebilecek, hemen ziyaret edilebilecek bir mekândan hiç değilse misal sadedinde sözetmek isterim. Lütfen bir fırsatını bulup Veznecilere (Direklerarası) gidiniz, zaten hemen hergün oradan geçenlerden iseniz başınızı çevirip dikkatle bakınız, Damad İbrahim Paşa Medresesini görmekte hiç zorlanmayacaksınız. Yakın zamana kadar minibüslerin önünden caddeye kıvrıldığı köşenin (hani şu Suriçi İstanbulunun tam merkezini gösterir yeşil mermer sütunun veya Şehzadebaşı Camii haziresinin) tam karşısında bulunan harabe medrese'nin. O köşede muhteşem bir sebil ve hemen yanında eşsiz bir çeşme bulunur. Sebilin hemen bitiminden itibaren ise demir parmaklıkların bile koruyamadığı boynu bükük, zavallı bir hazire. 
Şayet birkaç dakikanızı bu medreseye ayırırsanız, daha ilk bakışta asfaltın bu medresenin dış duvarlarını, çeşmesi ve sebiliyle birlikte, yarı beline kadar yuttuğunu, geri kalanını da yutmak için uğraştığını, bu arada hazirenin ise bir çöplük haline geldiğini hem de tüm çıplaklığıyla görebilirsiniz. Lüften biraz yakından bakınız; kaybolan, çiğnenen, atılan, yok edilen bu mekânın bütün perişanlığına rağmen nasıl da asaletiyle direndiğini ve sanki bir yandan da yaşlı gözlerle, hiç buralardan ehl-i dil geçmez mi, diye seslenip durduğunu hemen farkedeceksiniz.







Peki İstanbul'un başına musallat olan bu asfalt canavarını besleyenler, ona her gün gıdasını temin edenler kimler? Şimdi bir suçlu envanteri çıkaracak değilim, bu işe mezun ise hiç değilim. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki bu içler acısı manzaranın hâl-i hazırdaki mesulleri bizleriz. Bakan ama görmeyen, okuyan ama anlamayan, gezen ama ziyaret etmeyen bizler...
Birşeyler yapmalı! İşin ehline yol açmalı! Yolda olanlar varsa, ki var, onların işlerini kolaylaştırmalı.






Sözgelimi Ankara'da Türkiye Mezarlıklar Vakfı adlı bir kuruluş var ve bu vakfın kurucusu sayın Nebahat Kantarcı hanımefendi karşılaştığı tüm güçlüklere karşın kendi kısıtlı imkânlarıyla hakikaten büyük bir mücadele veriyor ve mezarlarımızın tamiri, bakımı, ağaçlandırılması gibi hizmetleri ibadet aşkıyla yıllardır sürdürüyor. Sayın Fatma Chill hanımefendi, Fatih Sarıgüzel caddesi üzerinde, Hoca Üveys Camii'nin yanındaki kabristana ehl-i dil'den bir beyefendinin kendi imkânlarıyla yeni halini kazandırdığını söylüyor.
Sivil Toplum Kuruluşları gibi parlak terkibleri ağızlarına pelesenk eden ekabir niçin bu tür mütevazı çabaları desteklemezler, niçin insanımızın yegâne sermayesi olan vicdanını, tarih şuurunu, hiç değilse biraz yanlarında olmakla, güçlendirmeyi denemezler?
Yetkili zevatın tarihimize, kütüphanelerimize, mezarlıklarımıza sahip çıkması için İstanbul'un da Bağdat gibi bombalanması mı gerekiyor?
Paris'ten, Londra'dan, New York'tan gelen soyguncu çeteleri organize halde tarih ve kültür hazinelerimizi içimizdeki aymazlarla birlik olup soyarken, mirasımızı bizim adımıza korumaya çalışan üç-beş fedakâr insanın ekabire seslerini duyurmaları için muhakkak proje bedellerinin milyon dolarlarla mı ifade edilmesi gerekiyor?
Dinimize göre ölülerimizi bekletmek, gömülmelerini geciktirmek hürmetsizlik addedilir. Sebep olarak da bedenin hemen toprağa kavuşması lüzumundan sözedilir. Oysa artık ölülerimiz asfalta gidiyor, kimse de ayıptır, yazıktır, günahtır demiyor!
Ölülere Kur’an okunmaz diyerek ölülerimizle, ölüm'le aramızdaki bağı koparmayı Kur’ancılık sananların nâdanlığı ya da Süleymaniye Camii'nin duvarına kırmızı renkte yağlıboyalarla sloganlar yazmayı İslamcılık zannedenliğin hodgâmlığı tarihsizliğin nasıl olup da kolayca köksüzlüğe dönüştüğünün, dönüşebileceğinin açık bir göstergesi değil mi?
Hani bir deyiş vardır “yatacak yeri bile yok” diye... Bu gidişle korkarım bizlerin de yatacak bir yeri kalmayacak. Kalmayacak; zira tarih ve toprağın, kendine ihanet edenleri affettiği aslâ vâki değildir.


Bağdad'ın tarih ve kültür hazinelerinin yağmalanmasıyla ilgili haber ve görüntülerin, bu görüntüleri seyredenlerin yüreğini sızlattığında kuşku yok!

Acaba suçlu kim?
Bu tarih ve medeniyet düşmanlığının gerçek aktörleri kimler? Irak'ın işbirlikçi, açgöz talancıları mı, yoksa bu talancı çetelere bile bile izin veren işgal kuvvetleri mi?
Bu konuda çok şeyler söylendi, muhakkak ki daha da söylenecek. Peki ama bizim ülkemiz işgal de edilmediği, tonlarca bombanın altında da kalmadığı halde nasıl oluyor da tarih ve kültür hazinelerimiz göz göre göre yağmalanıyor ve ne üzücüdür ki basında ciddi bir makes bile bulmuyor? Oysa bu meselelere birazcık ilgisi olanlar bile kütüphanelerimizden asırlık yazmaların nasıl kaçırıldığını, cânım eserlerin jiletle kesilip yerine ucuz romanların konulduğunu bilirler; hatta bu işin nasıl da organize çeteler eliyle gerçekleştirildiğini, bu çetelerin arkasında hangi ülkelerin bulunduğunu da bilirler.
Ne durumda olduğumuzu şuradan anlayınız ki çok değer verdiğim bir Kütüphane Müdürü, Mezartaşları Müzesi projesiyle ilgili yazılarıma atfen bu tür yazıların hırsızların iştahını kabartabileceği uyarısında dahi bulundu. İstanbul Belediyesi'nde görevli bir üst düzey yetkili ise bu tür projelerin milyon dolarlık meblağlara ulaşmadığı takdirde hiç kimsenin böyle eften püften işlere (!) alâka duymayacağını, şayet ciddiye alır görünürlerse, bu sefer ihale safahâtında yüksek komisyonları ceplere indirip göstermelik bazı teşebbüslerde bulunacaklarını ifade sadedinde ilginç bilgiler verdi.

Ne yalan söyleyeyim bu tür kötümser yorumlara inanmak pek içimden gelmedi önceleri. (Belki karamsar bir insanım ve fakat kötümser sayılmam.) Lâkin sayın Murat Bardakçı'dan aldığım bir mektupta yer alan şu bilgiler benim neredeyse karamsarlıkla yetinmeme bile mâni olacak kadar hüzün doluydu:

Milli Eğitim Bakanlığı -o zamanki adıyla Maarif Vekâleti-, Hasan Ali Yücel'in bakanlığı sırasında bir Mezartaşı Müzesi kurulması için üç kişilik bir komisyon teşkil etmiş, Abdülbaki Gölpınarlı, Fazıl Ayanoğlu ve -yanılmıyorsam- İbrahim Hakkı Konyalı komisyona âzâ tayin edilmişlerdir.
Komisyon uzun zaman çalışmış, müzenin İstanbul'un fethinden önceki dönemden kalma taşların da bulunduğu Bursa'da kurulmasına ve Türkiye'nin dört bir yanından toplanacak özellik taşıyan ve örnek mahiyetinde olan taşların Bursa'ya gönderilmesine karar vermiş, daha sonra yoğun bir taş tarama faaliyeti başlamış, binlerce taş elden geçirilmiştir.
Müzeye gönderilsin veya gönderilmesin, incelenen her taşın özelliği ve kitabesi bu iş için hazırlanan matbu formlara işlenmiş, her birinin tek tek fotoğrafları çekilmiş, hatta 20 kadar çok önemli taş Bursa'ya yollanmış ama proje engellenmiş ve maalesef yarım kalmıştır.
Engellemeyi Vakıflar'ın yaptığını, Hasan Ali Yücel tam o sırada bakanlıktan ayrıldığı için işin arkasının gelmediğini, Bursa'ya gönderilen taşların da bir camiin avlusuna attırıldığını rahmetli Abdülbaki Hoca'dan defalarca dinlemiştim.
Komisyon üç kişiden müteşekkil olmasına rağmen aslında âzâlardan ikisi çalışmış, Gölpınarlı taşların sicil formlarını doldururken, Ayanoğlu da aynı taşların fotoğraflarını çektirmiştir. Hadisenin teselli verici tarafı, bu çalışmaların zayi olmamasıdır: (...)
Bu siciller ve fotoğraflar, İstanbul'daki eski mezarlıkların 1950'lerin imar faaliyetleri sırasında ne şekilde tahrib edildiğini ve binlerce taşın yerinde şimdi nasıl yellerin estiğini göstermektedir.

Bu tür teşebbüslerin akim kalması ümidimizi yitirmemize sebebiyet vermemeli ve dolayısıyla erbab-ı himmetin gayretleriyle İstanbul'da bir Mezar Taşları Müzesi kurulması yönelik çağrımızı yinelemekten kaçınmamalıyız.
Bu hafta hiç ummadığım kadar teşvik edici mahiyette mektuplar aldım ve kendimi, yetkili birkaç kişinin olsun bu projeye ilgi duyduğunu, belki de İstanbul Belediyesi'nin zaten (!) bu konuda birşeyler yapmak niyetinde olduğunu gösterir ümid verici açıklamalarla karşılabileceğim tesellisiyle avuttum.
Belki boş bir teselliydi benimkisi, ama olsun, gerçekleşmeyecek beklentiler vesilesiyle avunmak bile çok güzel.
Iraklıların aksine savaş görmeden yağmalanmak ise çok daha onur kırıcı.
Hayal kurmak, yaşamak demek!
O halde yaşamak, yaşayabilmek için hayal kurmayı öğrenmeliyiz.


* * *

29 Temmuz 2006

Bir defa daha: Mezartaşları Müzesi...
Niçin bir defa daha?
Çünkü yıllar önce, yukarıda okuduğunuz, yine bu adı taşıyan tam dört yazı yayımlamıştım.
Bu yazılar yayımlandığında farklı çevrelerden teşvik edici mektuplar almış, böyle bir projenin hayata geçirilmesinin anlamını ve önemini hissetmek/kavramak hususunda pek de yalnız olmadığımı görüp sevinmiştim.
Peki bu süre içinde yetkililerden, meselâ Kültür Bakanlığı’nın veya İstanbul ve Bursa Belediyesi’nin yetkin isimlerinden, hiç değilse Kültür İşleri sorumlularından bir sada, hiç değilse bir aks-i sada geldi mi?
Ne yazık ki hayır!
Yapacak başka işleri mi kalmadı bu zevatın, kalkıp bir de Mezartaşları Müzesi gibi ne anlama geldiğini bile kavramadıkları, daha doğrusu kavramak istemedikleri bir teklif konusuyla meşgul olsunlar?
Herhalde sükutlarının sebebi böyle bir şey olsa gerek.
Teklifimizin konusunu tafsilâtıyla öğrenmek isteyenler zahmet edip mezkur yazılarımızı bir kez daha okuyabilirler.
Biz şimdi sadece bazı hatırlatmalarda bulunacağız:
Osmanlı dönemi mezar taşları, medeniyetimizin müstesna kültür âbideleri arasında yer alır. En nihayet mezar taşı denilip geçilemez, zira bu taşlar geleneğimizin bütün zenginliklerini bünyelerinde temsil ederler. Bu taşlar —kelimenin tam anlamıyla— konuşurlar, hem de remizlerle konuşurlar, bir dilleri, bir gramerleri vardır. Çok zengin bir semboller kataloğundan farksızdırlar. Üstelik herbiri birer sanat şaheseridir. Yeter ki bu dili, bu grameri bilelim, taşların dilinden anlayalım, sembollerin temsil ettikleri anlam haritasını çözebilecek veya çözmeyi isteyecek kadar idrak ve izan sahibi olalım.
Unutmayalım ki geleneksel mezar taşlarımız, sadece mevtayı değil, aynı zamanda mevtanın ait olduğu dünyayı da remzeder. O dünyayı tanıyabilmek, o dünyanın sırlarına vakıf olabilmek, elbette bu remizlerin deşifresiyle, âdab ve erkânına nüfuz etmek suretiyle mümkündür.
Ne yazık ki mezarlıklarımız lâyıkıyla korunamıyor; zira büyük şehirlerin her yıl şişen nüfusu şehir içinde kalan alanların tasfiyesine sebep olmakta, 1950’lerde asfalta giden mezarlıklar 1980’lerden sonra binalar tarafından istila edilmektedir.
Yapılması gereken işlerin başında bu sanat eserlerini (evet, gerçekte klasik mezar taşlarımız birer sanat eseridir) korumaktır. Ancak korunması istenen bu kültür varlıklarının önce tanınması, bilinmesi, temsil ettikleri dünyanın yeni nesillerce kavranılması gerekir.
Bunun için üç payitahttan, Bursa, Edirne ve İstanbul’dan, ait oldukları yüzyıllar nazar-ı itibara alınarak —ehil uzmanlar tarafından— titizlikle seçilecek muhtelif mezartaşlarının önce numuneleri çıkarılmalı ve inşa edilecek bir müzede bu numuneler sergilenerek herbirinin hususiyetleri hakkında ziyaretçilere bilgi verilmelidir. Kültür Bakanlığı veya en azından Bursa ve İstanbul Belediyeleri pekâlâ bu işe öncülük edebilirler.
Siyasetçilerimizden, devlet adamı mertebesine kolay kolay terfi edememeleri sebebiyle pek ümitli olmadığımı belirtmeliyim. Çoğu, günü kurtarmaya çalışıyor ve devlet demenin süreklilik ve kalıcılık demek olduğundan habersiz yaşıyorlar. Bürokratların çoğu, mevkiini korumakla meşgul. İş kültüre geldiğinde, Demoklesin kılıcı başlarındaymış gibi hareket ediyorlar, başları güvende olunca, ayaklarının altındaki halıdan tedirginlik duyuyorlar.
Belediyelere gelince, görüntü ve mevzuat itibariyle daha müteşebbis görünmekteyseler de müteşebbis sıfatını çokluk iktisadî mânâsıyla isbat ediyorlar. Bol bol sempozyum, panel, şenlik, etkinlik, vs.
Peki ya kalıcılık ve süreklilik?
Bu kavramlara sahip olabilmesi için, her şeyden önce kişinin makam ve mevkiinin de kalıcılık ve süreklilikten pay alması gerekir. Mimar Sinan yarım yüzyıla yakın hizmet gördü, zira arkasında kendisine bu süre boyunca destek veren bir Kanunî vardı. Kanunî’nin desteği olmasaydı, hiç Sinan olur muydu, olsa bile, yaptıklarını yapabilir miydi?
İstanbul veya Bursa’da bir Mezartaşları Müzesi'nin kurulması için sorumlu ve yetkili kimselere seslenmekten başka elimden bir şey gelmiyor.
Bazen merak ediyorum: Hadi siyasetçilerin, bürokrat ve memurların kulakları sesimi pek duymuyor, peki ama bu konuda duyarlı hiç mi yazarımız, çizerimiz, aydınımız yok?!
Biraz daha geç kalınırsa, Avrupa’da bizim adımıza böyle bir müze kurulacak.
Sakın söylemedi demeyin!

NOT: Tarih 22 Ağustos 2013. Bu yazıların üzerinden yıllar geçti. Ne yazık ki Türkiye düşünce, kültür, sanat alanında hala patinaj yapıyor. Belleği yok çünkü. Büyüklüğü hatırlıyor ama güzelliği hatırlamıyor. İnceliği. Nezaketi. Zerafeti. Kutsal Vadi'yi nalınlarıyla çiğniyor. Demirle ve altınla.


Ek okuma için tıklayınız:






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder