12-13 Nisan 2003
İstanbullu
olmak için sadece İstanbul'da doğmak gerekmiyor.
Bu yargı bir yönüyle doğru, ve fakat,
İstanbullu olmak için sadece İstanbul'da bulunmak da yetmiyor.
Bu yargı
da diğeri gibi bir yönüyle doğru.
İstanbul'da
bulunmak başka, İstanbul'da yaşamak daha başka!
İstanbul'da
yaşamak.
Tam da burada sormak gerekmez mi: Hangi İstanbul'da ve nasıl
yaşamak?
İstanbul'da
yaşamanın İstanbul'da bulunmak demek olmadığına işaret etmiştik. O halde
ekleyelim:
İstanbul'da yaşamak bu
bulunuşu sefahate boğmak da demek değil. İstanbul'da yaşamak Boğaz'ın
boğazını sıkan zevksiz mekânlarda yemek yemek, bir şeyler içmek ise hiç
değil. İstanbullu olmak biraz da İstanbul'u tanımakla, İstanbulluları
tanımakla mümkün. Bakınız, olmuş-bitmiş bir şeyden değil, aksine olmaktan
söz ediyoruz. Bilmeli ki olmak bir süreç. Süre isteyen, zaman isteyen,
harekete ihtiyaç hisseden bir vetire. Zaman içinde ve zamanla olmak. Bir
hal, bir sıfat, bir nitelik kazanmak, ve dahi bu hâli, bu sıfatı, bu
niteliği zaman içerisinde ve zamanla kazanmak.
İstanbul'da
yaşamak, İstanbul'u tanımak İstanbulluları tanımak ise şayet, —ki öyledir— bu
sözkonusu tanımanın, tanışmanın ne idüğü (mahiyeti) bilinmeli,
anlaşılmalı.
İstanbul
salt bir durum'un adı değil ki bu durum ile şöyle-böyle nisbeti olanlar
İstanbullu sayılsınlar.
İstanbul salt bir mekân ya da coğrafyanın da adı
değil ki bu mekânın sınırları içinde bulunanlar sırf muayyen sınırlar içinde
bulunmalarından ötürü İstanbullu olabilsinler.
Mekân dediğimiz alan zaman
içinde oluşur, zamanla şekillenir, zamanla tanımlanabilir ve fark u temyiz
edilebilir bir hususiyet kazanır. Bu bakımdan İstanbul'u tanımak İstanbul'un
geçmişini, tarihini, İstanbul'u İstanbul yapan, bu şehri dersaadet kılan
hususiyetlerini tanımak demektir. İstanbullular ise herşeyden evvel gövdelerini
İstanbul'un topraklarında eritenler, İstanbul'un toprağında ebedî ikameti
seçenler olduğuna göre, İstanbulluları tanımak için onun toprağına baş koyan bu
zevatı tanımalı, onlar aracılığıyla mekânın tarihiyle temas etmeli, bu tarihe
yaslanmadıkça bu tarihin oluşturduğu şehre nisbetimizin olamayacağını
bilmeliyiz. (Nüfus memurları mazurdurlar, onlar bu söylediklerimi kaale almayabilirler.)
Ölüme saygınlık
kazandıran, neredeyse ölümü arzulanabilir kılan bir şehr-i mukaddes.
Kabristanları gezilebilir eyleyen, hayat ile ölüm arasındakı sınırı ortadan
kaldıran bu şehri tanımak ve bu şehre nisbet iddia etmek için bu şehrin
kabirlerini, kabristanlarını, türbelerini, hazirelerini de bilmek-tanımak
gerekir. İstanbul'un tarihinden, bu tarihi yaşatan mekânlardan bî-haber olanlar
aslâ İstanbullu olamazlar.
Mekânı
bilmek mekânın geçmişini (zamanı) bilmeye, geçmişi bilmek geçmişte yaşayanları
bilmeye, geçmişte yaşayanları bilmek kabirleri bilmeye, kabirleri bilmek ise
kabir taşlarını (kabir taşlarının dilini) bilmeye dayanır. Çünkü bir mekâna
(İstanbul'a) mensubiyet, biraz da o mekânın (İstanbul'un) tarihine mensubiyet
demek.
İstanbul'un
kabristanları İstanbulu tanımak, İstanbullu olmak isteyen biz öğrenciler için
birer sınıf, o kabristanların sakinleri ise birer öğretmen
mevkiindedir. Öğretmenlerimizi tanımalı, onların kim olduklarını alâmetlerine
(kabir taşlarına) bakarak bilmeliyiz.
İstanbullu olmak İstanbul'un gerçek sakinlerinin önünde diz çökmekle, öğrenecek
olduklarımızı ancak kendilerinden öğrenebileceğimizi idrak etmekle mümkün.
İstanbul
Belediyesi İstanbul'un maddi mekânlarına olduğu kadar, İstanbul'un manevî
mekânlarına karşı da sorumlu. İstanbul Belediyesi İstanbul'un dirileri kadar
ölülerine de saygı duymakla görevli. İstanbul Belediyesi sadece İstanbul'un
kabristanlarının yok edilmelerini engellemekten ya da gezilebilir hale
gelmelerinden değil, o kabirlerin ve sakinlerinin (öğretmenlerimizin)
tanınmalarından da, tanıtımından da mesul.
Bu
mesuliyet, o canım antika taşların üzerine balyozla küçük tabelalar çakmakla ya
da üzerlerini rengarenk boyalarla boyamakla (orijinalitelerini bozmakla) olmaz!
Yetkililer bu görmemişliğe, bu köylülüğe
mani olmalı ve tarihle irtibatımızın en önemli vasıtalarıdan birini
olsun cahil personelin elinden kurtarmalı!
İstanbullu
olmak için hiç değilse biraz olmak lazım.
* * *
Yukarılara
çıkmaya gerek yok, aşağılarda Adile Sultan'ın veya Prens Sabahattin'in o
kocaman türbelerinin (!) mimari tarzı kaç kişinin dikkatini çekecektir
sanıyorsunuz
Farkedilirse şayet, bu tarzı nasıl yorumlamak gerektiğine dair
neler söylenebilir acaba?
Ya büyük
Türk Matematikçisi ve Astronomu Ali Kuşçu'nun mezarı? Görevliler de dahil
yerini bilen, gören acaba kaç kişi?
Ziya
Gökalp'in mezartaşının başına gelenleri bilmeyenler Ziya Gökalp hakkında
hakikate uygun bir tasvirde bulunamazlar desem mübalağa mı etmiş olurum?
Peki
II. Abdülhamid Han'ın nâşı niçin Fatih Camii'nin haziresinde değil,
İttihatçılar mezarında ikamete mecbur edilmiş de siyasetin insafsızlığı hayatın
sınırlarıyla yetinmemiştir?
Buna karşın Mehmed Akif hayatta iken ayrı kaldığı
dostlarıyla sınırın ötesinde buluşmuş, bir yanına Babanzade Ahmed Naim'i, diğer
yanına Süleyman Nazif'i almış ebedî istirahatgâhında olsun dostlarıyla sohbete
devam edebilmiştir.
Biz
ölüleriyle yaşayan bir millettik bir zamanlar. Gerçi millet-i hâkime değilse
bile, millet-i hakikiye hâlâ âdetlerine sadık, onda bir kuşku yok, fakat millet vasfını yitiren kitleler sınırın öte yakasından o denli uzaklar ki!
Ne yazık
ki çok az kişi, bilhassa İstanbul'daki, mezartaşlarının anlamını bilir. Mezar
sahibinin hangi tarikten, hangi meslekten, hangi sınıftan veya kadın mı, erkek
mi, çocuk mu, şeyh mi, mürid mi, muhibb mi olduklarını ya da ilmiye'ye mi,
seyfiye'ye mi, kalemiye'ye mi mensub bulunduklarını anlamak için mezartaşlarını
bilmek, onların diline aşina olmak gerekiyor. Mezartaşları'nın
üzerinde yazan yazıların dilini, Arapça veya Osmanlıca olmalarını kasdetmiyorum
sadece, onların suretlerinin dahi simgesel bir dili olduğuna işaret etmeye
çalışıyorum.
Unutmamalı ki bizim mezartaşlarımız Arkeoloji'den çok,
Semioloji'nin, Göstergebilim'in konusudur. Dilbilim'e alâka duyanlara
hatırlatılır!
Her
mezartaşı bir anlam dünyasını sembolize eder, herbir mezartaşındaki en küçük
hareket de bu anlam dünyasının kurucu unsurlarından biri olarak büyük bir
işleve sahiptir.
Ne zaman bir Melamî taşına baksam, o taş parçasının bütün
gücüyle nasıl da Varlık'a feda olmuş haysiyetli başlara delalet ettiğini
düşünür, üzerlerinde hiçbir alâmet olmasa bile yine de o sadelikte hep pırıl
pırıl onurlu bir duruşun ışıdığını, ışıldadığını görürüm.
Şahsen hiç Yeniçeri
taşı görmemiştim, geçen o da nasib oldu; koca İstanbul'da sayıları bir elin
parmaklarını geçmeyen bu taşlardan birinin sahibi bütün perişanlığıyla hâlâ
gözyaşı dökmeye devam ediyordu. Lakin tanıkları da kendileri gibi artık iyiden
iyiye yok olmaya yüz tutmuştu.
İstanbullu
olmak İstanbul'un geçmişiyle olmak, olanlarla olmak demektir. İşte bu
yüzdendir ki İstanbul'u tanımak İstanbul'un geçmişini, İstanbul'un tarihini bu
geçmiş ve tarihi bize taşıyanları tanımak demektir.
Teklifimi
yineliyorum:
Tamamen yok olup gitmeden, hemen, bir an evvel Büyükşehir
Belediyesi'nin öncülüğünde bir Mezartaşları Müzesi kurulmalı! Bu
müzede İstanbul mezarlarında her geçen gün yokluğa karışan, karışmak üzere
bulunan mezartaşları tesbit edilip içlerinden temsil gücü yüksek örnekler
seçilmeli ve bu örnekler kronolojik
olarak sergilenerek İstanbullu olmak iddiasındaki hemşehrilerimize
tanıtılmalı!
Bu soylu
vazifeyi gerçekleştirmek kime nasib olacak bilemiyorum ama gerçekleştirecek
olanları İstanbul'un sadece geçmişteki veya şimdiki sakinleri değil,
gelecekteki sakinleri de hayırla yad edeceklerdir. O halde İstanbul'a bir Mezartaşları
Müzesi hediye edecek olanları şimdiden hürmetle selamlıyorum.
İnanıyorum
ki bu hediye sahiplerine ulaştığında, selam da ölülerin yurdundan ölümlülerin
yurduna ulaşmış olacaktır.
* * *
19-20 Nisan 2003
Asfalta
gitmek.
1950'lerde
İstanbul'un tarih ve kültür mirasının nasıl ve ne surette yok olmaya
başladığını anlamak/kavramak isteyenler için aslâ unutulmaması gereken bir
tabirdir:
Asfalta gitmek.
Nice
mezar, nice türbe, nice cami, yüzlerce, binlerce tarihî mekan insafsız
ellerin katranlı parmakları arasında asfalta gitti, inanın, saymakla söylemekle
bitmez. Asfalt denen canavarın iştahla açtığı ağzına sunulan o cânım
eserlerin yerlerinde bari şimdi yeller esse! Nerede? Yeller bile küsmüşler
esmiyorlar. İğrenç betonarmeler doğurdu ve kapılarımızın önüne bıraktı bu
asfalt canavarı.
Kolaylıkla
görülebilecek, hemen ziyaret edilebilecek bir mekândan hiç değilse misal
sadedinde sözetmek isterim. Lütfen bir fırsatını bulup Veznecilere
(Direklerarası) gidiniz, zaten hemen hergün oradan geçenlerden iseniz başınızı
çevirip dikkatle bakınız, Damad İbrahim Paşa Medresesini görmekte hiç
zorlanmayacaksınız. Yakın zamana kadar minibüslerin önünden caddeye kıvrıldığı
köşenin (hani şu Suriçi İstanbulunun tam merkezini gösterir yeşil mermer
sütunun veya Şehzadebaşı Camii haziresinin) tam karşısında bulunan harabe
medrese'nin. O köşede muhteşem bir sebil ve hemen yanında eşsiz bir çeşme
bulunur. Sebilin hemen bitiminden itibaren ise demir parmaklıkların bile koruyamadığı
boynu bükük, zavallı bir hazire.
Şayet
birkaç dakikanızı bu medreseye ayırırsanız, daha ilk bakışta asfaltın bu
medresenin dış duvarlarını, çeşmesi ve sebiliyle birlikte, yarı beline kadar
yuttuğunu, geri kalanını da yutmak için uğraştığını, bu arada hazirenin ise bir
çöplük haline geldiğini hem de tüm çıplaklığıyla görebilirsiniz. Lüften biraz
yakından bakınız; kaybolan, çiğnenen, atılan, yok edilen bu mekânın bütün
perişanlığına rağmen nasıl da asaletiyle direndiğini ve sanki bir yandan da yaşlı
gözlerle, hiç buralardan ehl-i dil geçmez mi, diye seslenip durduğunu hemen
farkedeceksiniz.
Peki
İstanbul'un başına musallat olan bu asfalt canavarını besleyenler, ona her gün
gıdasını temin edenler kimler? Şimdi bir suçlu envanteri çıkaracak değilim, bu
işe mezun ise hiç değilim. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki bu içler acısı
manzaranın hâl-i hazırdaki mesulleri bizleriz. Bakan ama görmeyen, okuyan ama
anlamayan, gezen ama ziyaret etmeyen bizler...
Birşeyler
yapmalı! İşin ehline yol açmalı! Yolda olanlar varsa, ki var, onların işlerini
kolaylaştırmalı.
Sözgelimi
Ankara'da Türkiye Mezarlıklar Vakfı adlı bir kuruluş var ve bu vakfın
kurucusu sayın Nebahat Kantarcı hanımefendi karşılaştığı tüm güçlüklere
karşın kendi kısıtlı imkânlarıyla hakikaten büyük bir mücadele veriyor ve
mezarlarımızın tamiri, bakımı, ağaçlandırılması gibi hizmetleri ibadet aşkıyla
yıllardır sürdürüyor. Sayın Fatma Chill hanımefendi, Fatih Sarıgüzel
caddesi üzerinde, Hoca Üveys Camii'nin yanındaki kabristana ehl-i dil'den bir
beyefendinin kendi imkânlarıyla yeni halini kazandırdığını söylüyor.
Sivil
Toplum Kuruluşları gibi parlak terkibleri ağızlarına pelesenk eden ekabir
niçin bu tür mütevazı çabaları desteklemezler, niçin insanımızın yegâne
sermayesi olan vicdanını, tarih şuurunu, hiç değilse biraz yanlarında olmakla, güçlendirmeyi denemezler?
Yetkili zevatın tarihimize, kütüphanelerimize,
mezarlıklarımıza sahip çıkması için İstanbul'un da Bağdat gibi bombalanması mı
gerekiyor?
Paris'ten, Londra'dan, New York'tan gelen soyguncu çeteleri
organize halde tarih ve kültür hazinelerimizi içimizdeki aymazlarla birlik olup
soyarken, mirasımızı bizim adımıza korumaya çalışan üç-beş fedakâr insanın
ekabire seslerini duyurmaları için muhakkak proje bedellerinin milyon
dolarlarla mı ifade edilmesi gerekiyor?
Dinimize
göre ölülerimizi bekletmek, gömülmelerini geciktirmek hürmetsizlik addedilir. Sebep olarak da bedenin hemen toprağa kavuşması lüzumundan sözedilir. Oysa
artık ölülerimiz asfalta gidiyor, kimse de ayıptır, yazıktır, günahtır demiyor!
Ölülere Kur’an okunmaz diyerek ölülerimizle, ölüm'le aramızdaki bağı
koparmayı Kur’ancılık sananların nâdanlığı ya da Süleymaniye Camii'nin
duvarına kırmızı renkte yağlıboyalarla sloganlar yazmayı İslamcılık
zannedenliğin hodgâmlığı tarihsizliğin nasıl olup da kolayca köksüzlüğe
dönüştüğünün, dönüşebileceğinin açık bir göstergesi değil mi?
Hani bir deyiş vardır “yatacak yeri bile yok” diye... Bu gidişle korkarım bizlerin de yatacak bir yeri kalmayacak. Kalmayacak; zira tarih ve toprağın, kendine ihanet edenleri affettiği aslâ vâki değildir.
Bağdad'ın
tarih ve kültür hazinelerinin yağmalanmasıyla ilgili haber ve görüntülerin, bu
görüntüleri seyredenlerin yüreğini sızlattığında kuşku yok!
Acaba suçlu kim?
Bu
tarih ve medeniyet düşmanlığının gerçek aktörleri kimler? Irak'ın işbirlikçi,
açgöz talancıları mı, yoksa bu talancı çetelere bile bile izin veren işgal
kuvvetleri mi?
Bu
konuda çok şeyler söylendi, muhakkak ki daha da söylenecek. Peki ama bizim
ülkemiz işgal de edilmediği, tonlarca bombanın altında da kalmadığı halde nasıl
oluyor da tarih ve kültür hazinelerimiz göz göre göre yağmalanıyor ve ne
üzücüdür ki basında ciddi bir makes bile bulmuyor? Oysa bu meselelere
birazcık ilgisi olanlar bile kütüphanelerimizden asırlık yazmaların nasıl
kaçırıldığını, cânım eserlerin jiletle kesilip yerine ucuz romanların
konulduğunu bilirler; hatta bu işin nasıl da organize çeteler eliyle
gerçekleştirildiğini, bu çetelerin arkasında hangi ülkelerin bulunduğunu da
bilirler.
Ne
durumda olduğumuzu şuradan anlayınız ki çok değer verdiğim bir Kütüphane
Müdürü, Mezartaşları Müzesi projesiyle ilgili yazılarıma atfen bu tür
yazıların hırsızların iştahını kabartabileceği uyarısında dahi bulundu.
İstanbul Belediyesi'nde görevli bir üst düzey yetkili ise bu tür projelerin
milyon dolarlık meblağlara ulaşmadığı takdirde hiç kimsenin böyle eften püften
işlere (!) alâka duymayacağını, şayet ciddiye alır görünürlerse, bu sefer ihale
safahâtında yüksek komisyonları ceplere indirip göstermelik bazı teşebbüslerde
bulunacaklarını ifade sadedinde ilginç bilgiler verdi.
Ne yalan
söyleyeyim bu tür kötümser yorumlara inanmak pek içimden gelmedi önceleri.
(Belki karamsar bir insanım ve fakat kötümser sayılmam.) Lâkin
sayın Murat Bardakçı'dan aldığım bir mektupta yer alan şu bilgiler benim
neredeyse karamsarlıkla yetinmeme bile mâni olacak kadar hüzün doluydu:
Milli
Eğitim Bakanlığı -o zamanki adıyla Maarif Vekâleti-, Hasan Ali Yücel'in
bakanlığı sırasında bir Mezartaşı Müzesi kurulması için üç kişilik bir
komisyon teşkil etmiş, Abdülbaki Gölpınarlı, Fazıl Ayanoğlu ve -yanılmıyorsam-
İbrahim Hakkı Konyalı komisyona âzâ tayin edilmişlerdir.
Komisyon
uzun zaman çalışmış, müzenin İstanbul'un fethinden önceki dönemden kalma
taşların da bulunduğu Bursa'da kurulmasına ve Türkiye'nin dört bir yanından
toplanacak özellik taşıyan ve örnek mahiyetinde olan taşların Bursa'ya
gönderilmesine karar vermiş, daha sonra yoğun bir taş tarama faaliyeti
başlamış, binlerce taş elden geçirilmiştir.
Müzeye
gönderilsin veya gönderilmesin, incelenen her taşın özelliği ve kitabesi bu iş
için hazırlanan matbu formlara işlenmiş, her birinin tek tek fotoğrafları
çekilmiş, hatta 20 kadar çok önemli taş Bursa'ya yollanmış ama proje
engellenmiş ve maalesef yarım kalmıştır.
Engellemeyi
Vakıflar'ın yaptığını, Hasan Ali Yücel tam o sırada bakanlıktan ayrıldığı için
işin arkasının gelmediğini, Bursa'ya gönderilen taşların da bir camiin avlusuna
attırıldığını rahmetli Abdülbaki Hoca'dan defalarca dinlemiştim.
Komisyon
üç kişiden müteşekkil olmasına rağmen aslında âzâlardan ikisi çalışmış,
Gölpınarlı taşların sicil formlarını doldururken, Ayanoğlu da aynı taşların
fotoğraflarını çektirmiştir. Hadisenin teselli verici tarafı, bu çalışmaların
zayi olmamasıdır: (...)
Bu
siciller ve fotoğraflar, İstanbul'daki eski mezarlıkların 1950'lerin imar
faaliyetleri sırasında ne şekilde tahrib edildiğini ve binlerce taşın yerinde
şimdi nasıl yellerin estiğini göstermektedir.
Bu tür
teşebbüslerin akim kalması ümidimizi yitirmemize sebebiyet vermemeli ve
dolayısıyla erbab-ı himmetin gayretleriyle İstanbul'da bir Mezar Taşları
Müzesi kurulması yönelik çağrımızı yinelemekten kaçınmamalıyız.
Bu hafta
hiç ummadığım kadar teşvik edici mahiyette mektuplar aldım ve kendimi, yetkili
birkaç kişinin olsun bu projeye ilgi duyduğunu, belki de İstanbul
Belediyesi'nin zaten (!) bu konuda birşeyler yapmak niyetinde olduğunu
gösterir ümid verici açıklamalarla karşılabileceğim tesellisiyle avuttum.
Belki
boş bir teselliydi benimkisi, ama olsun, gerçekleşmeyecek beklentiler
vesilesiyle avunmak bile çok güzel.
Iraklıların
aksine savaş görmeden yağmalanmak ise çok daha onur kırıcı.
Hayal
kurmak, yaşamak demek!
O halde yaşamak, yaşayabilmek için hayal kurmayı
öğrenmeliyiz.
* * *
29 Temmuz 2006
Bir defa daha: Mezartaşları Müzesi...
Niçin bir defa daha?
Çünkü yıllar önce, yukarıda okuduğunuz, yine bu adı taşıyan tam dört yazı yayımlamıştım.
Bu yazılar yayımlandığında farklı çevrelerden teşvik edici mektuplar almış, böyle bir projenin hayata geçirilmesinin anlamını ve önemini hissetmek/kavramak hususunda pek de yalnız olmadığımı görüp sevinmiştim.
Peki bu süre içinde yetkililerden, meselâ Kültür Bakanlığı’nın veya İstanbul ve Bursa Belediyesi’nin yetkin isimlerinden, hiç değilse Kültür İşleri sorumlularından bir sada, hiç değilse bir aks-i sada geldi mi?
Ne yazık ki hayır!
Yapacak başka işleri mi kalmadı bu zevatın, kalkıp bir de Mezartaşları Müzesi gibi ne anlama geldiğini bile kavramadıkları, daha doğrusu kavramak istemedikleri bir teklif konusuyla meşgul olsunlar?
Herhalde sükutlarının sebebi böyle bir şey olsa gerek.
Teklifimizin konusunu tafsilâtıyla öğrenmek isteyenler zahmet edip mezkur yazılarımızı bir kez daha okuyabilirler.
Biz şimdi sadece bazı hatırlatmalarda bulunacağız:
Osmanlı dönemi mezar taşları, medeniyetimizin müstesna kültür âbideleri arasında yer alır. En nihayet mezar taşı denilip geçilemez, zira bu taşlar geleneğimizin bütün zenginliklerini bünyelerinde temsil ederler. Bu taşlar —kelimenin tam anlamıyla— konuşurlar, hem de remizlerle konuşurlar, bir dilleri, bir gramerleri vardır. Çok zengin bir semboller kataloğundan farksızdırlar. Üstelik herbiri birer sanat şaheseridir. Yeter ki bu dili, bu grameri bilelim, taşların dilinden anlayalım, sembollerin temsil ettikleri anlam haritasını çözebilecek veya çözmeyi isteyecek kadar idrak ve izan sahibi olalım.
Unutmayalım ki geleneksel mezar taşlarımız, sadece mevtayı değil, aynı zamanda mevtanın ait olduğu dünyayı da remzeder. O dünyayı tanıyabilmek, o dünyanın sırlarına vakıf olabilmek, elbette bu remizlerin deşifresiyle, âdab ve erkânına nüfuz etmek suretiyle mümkündür.
Ne yazık ki mezarlıklarımız lâyıkıyla korunamıyor; zira büyük şehirlerin her yıl şişen nüfusu şehir içinde kalan alanların tasfiyesine sebep olmakta, 1950’lerde asfalta giden mezarlıklar 1980’lerden sonra binalar tarafından istila edilmektedir.
Yapılması gereken işlerin başında bu sanat eserlerini (evet, gerçekte klasik mezar taşlarımız birer sanat eseridir) korumaktır. Ancak korunması istenen bu kültür varlıklarının önce tanınması, bilinmesi, temsil ettikleri dünyanın yeni nesillerce kavranılması gerekir.
Bunun için üç payitahttan, Bursa, Edirne ve İstanbul’dan, ait oldukları yüzyıllar nazar-ı itibara alınarak —ehil uzmanlar tarafından— titizlikle seçilecek muhtelif mezartaşlarının önce numuneleri çıkarılmalı ve inşa edilecek bir müzede bu numuneler sergilenerek herbirinin hususiyetleri hakkında ziyaretçilere bilgi verilmelidir. Kültür Bakanlığı veya en azından Bursa ve İstanbul Belediyeleri pekâlâ bu işe öncülük edebilirler.
Siyasetçilerimizden, devlet adamı mertebesine kolay kolay terfi edememeleri sebebiyle pek ümitli olmadığımı belirtmeliyim. Çoğu, günü kurtarmaya çalışıyor ve devlet demenin süreklilik ve kalıcılık demek olduğundan habersiz yaşıyorlar. Bürokratların çoğu, mevkiini korumakla meşgul. İş kültüre geldiğinde, Demoklesin kılıcı başlarındaymış gibi hareket ediyorlar, başları güvende olunca, ayaklarının altındaki halıdan tedirginlik duyuyorlar.
Belediyelere gelince, görüntü ve mevzuat itibariyle daha müteşebbis görünmekteyseler de müteşebbis sıfatını çokluk iktisadî mânâsıyla isbat ediyorlar. Bol bol sempozyum, panel, şenlik, etkinlik, vs.
Peki ya kalıcılık ve süreklilik?
Bu kavramlara sahip olabilmesi için, her şeyden önce kişinin makam ve mevkiinin de kalıcılık ve süreklilikten pay alması gerekir. Mimar Sinan yarım yüzyıla yakın hizmet gördü, zira arkasında kendisine bu süre boyunca destek veren bir Kanunî vardı. Kanunî’nin desteği olmasaydı, hiç Sinan olur muydu, olsa bile, yaptıklarını yapabilir miydi?
İstanbul veya Bursa’da bir Mezartaşları Müzesi'nin kurulması için sorumlu ve yetkili kimselere seslenmekten başka elimden bir şey gelmiyor.
Bazen merak ediyorum: Hadi siyasetçilerin, bürokrat ve memurların kulakları sesimi pek duymuyor, peki ama bu konuda duyarlı hiç mi yazarımız, çizerimiz, aydınımız yok?!
Biraz daha geç kalınırsa, Avrupa’da bizim adımıza böyle bir müze kurulacak.
Sakın söylemedi demeyin!
NOT: Tarih 22 Ağustos 2013. Bu yazıların üzerinden yıllar geçti. Ne yazık ki Türkiye düşünce, kültür, sanat alanında hala patinaj yapıyor. Belleği yok çünkü. Büyüklüğü hatırlıyor ama güzelliği hatırlamıyor. İnceliği. Nezaketi. Zerafeti. Kutsal Vadi'yi nalınlarıyla çiğniyor. Demirle ve altınla.
Ek okuma için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder