14 Nisan 2001
Hayat hep berbattı zaten.
Ne olup bittiğinin farkında olanlar için daha
da berbattı.
Farkında olmayanlara gelince, hayatın berbat olup olmadığının ne
önemi var onlar için?
Farkında
olmak, ızdırab çekmek demek, hayata alışmamak, bir türlü rahat olamamak demek.
Farkında olmak, varolmak demek, varoluşu idrak etmek demek.
Farkında olmak,
dahil olmak, oyuna katılmak demek değil, bilakis farkında olmak, oyunun
farkında olmak, katılmaya değmeyecek bir oyunun oynandığını görmek demek. Oyuna
katılmak, topluma katılmak demek. Toplumun içinde, toplumla birlikte ve toplum
için oynamak demek. Hepsinden önemlisi topluma oyun oynamak demek.
Böyleyken
onca keşmekeş içinde kendini unutmak, başkaları için yaşamak iddiası ne büyük
bir iddia!
Unutulacak derecede zayıf bir kendilik başkaları için
yaşayabilir mi?
Yaşayabilirse, acaba buna yaşamak denir mi, denebilir mi?
Hayat hep berbattı zaten.
Farkedenler için, evet, asıl farketmeye değen şeyleri
farkedecek zekâlar için ziyadesiyle berbattı hayat.
Büyük işler berbatlığın büyüklüğü oranında zuhur eder. Hayatın
saldırıları arttığında —sanıldığının aksine— kendi olabilen, kendi kalabilen
şirzime-i kalile'nin gücü de artar.
Unutulmamalı ki karşı tarafta Haçlı seferlerinin
hazırlığı yapılırken bu topraklarda İmam Gazâlîler yetişmekteydi.
Cevdet
Paşa'nın Mecelleyi ya da Tarihini kaleme aldığı yıllar,
zannediyor musunuz ki çok güçlü olduğumuz yıllardı?
Ya ünlü
matematikçimiz Salih Zeki Asar-ı Bakiyesini ya da o diğer eserlerini
(bilhassa çevirilerini) hangi dönemde kaleme almıştı dersiniz?
Peki
Elmalılı'ların, Babanzade'lerin, İzmirli İsmail Hakkı'ların, Ahmed Hamdi
Akseki'lerin yetiştiği dönem, tam mânâsıyla özgürlüğün ve bağımsızlığın
hükümfermâ olduğu bir dönem miydi?
Lütfen
zahmet edip İstanbul'un düşman askerlerince çiğnendiği, Boğaz'da
İngiliz-Fransız gemilerinin yüzdüğü, hatta Yunan askerinin şehir sakinlerine
sarkıntılık ettiği işgal yıllarında yayımlanan eserlerin, risalelerin, yapılan
çalışmaların niteliğine bakınız. Meselâ kurulan ilmî heyetleri sayınız, hatta
bu heyetlerin akdettikleri ictimalar sırasında konuştukları meseleleri şöyle
bir gözden geçiriniz, göreceksiniz ki bütün menfî şartlara rağmen o insanlar
ellerindeki fidanı dikmeye çalışıyorlardı, ellerinden geleni yapmaya, sele
kapılıp yok olmamaya gayret ediyorlardı.
Efendimiz
(s.a), kıyamet koptuğunda, elinde bir fidan olan o fidanı dikmeye baksın, buyururlar. Elinde fidan olanlar, ne surette olursa olsun kıyamet'in koptuğuna
değil, evvelemirde fidanlarını dikmeye bakmalılar o halde!
Zaten
kısa olan bu hayatın berbat geçip geçmemesi önemli değil, asıl önemli olan bu
geçicilik içinde bizim kalıcı olarak ne yaptığımız.
Kendimiz için ne yapıyoruz
meselâ?
Ruhlarımızı korumak için, Rahman'ın defterinde adımızı görebilmek için,
hüsrana uğramamak için ne yapıyoruz?
Oysa
Şeytan bizleri fakirlikle korkutuyor, cebimizi boşaltmakla kalmıyor, ruhumuzu
da soymak istiyor. Fukaralığın felaketimiz olduğunu, fukara olmakla helâk
olmanın aynı şey olduğunu fısıldıyor. Direncimizi kırmak, mücadele gücümüzü
azaltmak, bizi biz olmaktan çıkarmak için uğraşıyor.
Hayatın
cazibesine direnmek kadar, hayatın saldırılarına da direnmek gerek. Elimizdeki
fidanı dikmek için zamanı kollamak zavallılığına düçar olmamak gerek.
Zaman ibn'ul-vaktlerin
zamanı.
Ânı yaşayanların, an için yaşayanların, ânın hesabını verenlerin
zamanı.
Hep öyleydi zaten.
Hâlen öyle ve istikbalde de öyle olacak!
Biliyorum,
insanın kendi olması, kendi kalması zor, çok zor. Fakat kendimiz olmak,
kendimiz kalmak için zamanı ayarlayamayız. Çünkü bütün zamanlar, zor
zamanlardır! Zorluk zamanın arazı değil, bilakis kendisi, kendisinden bir
parça, mahiyetinin bir parçası.
Hayat hep berbattı zaten.
Zaman da hep zor.
Farkedenler, farkedebilenler hep berbat
bir hayat içerisinde, hep bir zor zaman diliminde farkettiler, farkedebildiler
ve fakat asla bu dünyada berbat olmayan bir hayatın, zor olmayan bir zamanın
gelmesini beklemediler.
Hayat berbat, zaman zor olmasaydı —bir düşünelim
bakalım— elimizde dikmeye değecek bir fidan olur muydu, olsaydı onları dikmeye
gerek kalır mıydı?
Sakın
yanlış anlaşılmasın, bardağın dolu tarafını görmeye çalışın, hayattan kam
almaya bakın, filan demiyorum, zira bu bardak hep boş idi, kam alınmaya değer
bir hayat da hiçbir zaman yok idi. Binaenaleyh bu boşluğu, bu yokluğu idrak
edip siz asıl yokluk içerisinde varolmanın keyfine bakın!
Sûfîler, küfr-i hakikî olmadan iman-ı hakikî olmaz, derler, ben de derim
ki:
Varlık içinde yokluk çekeceğinize, bir kere de yokluk içinde var olmayı deneyin!
Öyle ya, varlık varlık'a nisbetle değil, yokluk'a nisbetle varlık
niteliğini kazanıyor değil midir?
Sevgili
dostum, unutma ki zübde-i âlemsin sen, o halde, hoşça bak zâtına!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder