2 Şubat 1996
Kur’an'da kullanılan deyimsel ifadelerin, Kur’an'ı anlamadaki rolünün ihmal edilmesi halinde ne gibi hatalar yapılabileceğini göstermeyi hedeflediğimiz bu yazıda misallerimizi yine mütedavil meâllerden seçecek ve böylelikle bu zaafın bir anlamda müzminleştiğine işaret etmek imkânı bulacağız.
Misallerin takdiminde dikkat edilen en önemli
husus, sadece Arapça ibarelerin doğru anlaşılıp anlaşılmaması meselesi olmamış,
ayrıca bu ibarelerin Türkçe'deki karşılıklarının seçiminde ne derece isabet
edilip edilemediği de tahlil edilmeye çalışılmıştır. Çünkü burada asıl önemli
olan, tek başlarına ayetlerin mütercimler tarafından nasıl anlaşıldıkları
değil, onların anladıkları mânâyı nasıl ifade ettikleridir de.
Ayetle birlikte herhangibir açıklama yapmadıkları
takdirde —ki maalesef çoğunun böyle bir âdeti bulunmamaktadır— mütercimlerin,
kurdukları garip cümlelerle ayetteki mânâyı aktardıklarını sanmış olmaları,
burada dikkati çeken bir diğer husustur. Çünkü günümüzde okuyucular, Kur’an
hakkındaki bilgilerinin önemli bir kısmını bu tür eserlerden elde
etmektedirler; dolayısıyla, aşağıdaki misaller, sadece Arapça metnin
anlaşılması nokta-i nazarından değil, Türkçe'de neredeyse standartlaşmış olan ifadelerin anlaşılması açısından da değerlendirilmelidir.
Bakara:
61
وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ
● Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu. (Süleyman Ateş)
● Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu. (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay)
● Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu. (Ali Bulaç)
● Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu. (Yaşar Nuri Öztürk)
Ayet metninde geçen duribet aleyhim tabiri, ‘üzerlerine ... damgası vuruldu’ şeklinde lafzen tercüme edilmeye çalışılınca,
ister istemez Türkçe'de tuhaf bir anlam ortaya çıkmış, genel mânâsıyla ‘zillete
ve fakr u zarurete düçar olmak’, ‘zillet ve hakarete maruz kalmak’ şeklinde
ifade edilebilecek olan bu tabir, sırf lafza bağlı kalmak ısrarı yüzünden garip
bir kılığa sokulmuştur. Oysa klasik tefsirlerde, ayetin anlamı, bu tür tekellüflere
girmeksizin gayet sarih bir biçimde izah edilmiş ve bu eserlerde, duribet aleyhim kalıbını Türkçe'de daha
anlaşılır bir biçimde ifade etmeyi mümkün kılacak çeşitli alternatifler sıralanmıştır.
Bakara:
93
وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ
● Küfürleriyle danayı kalplerinde iliklerine işlettiler. (Elmalılı Hamdi Yazır)
● İnkârlariyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi. (Süleyman Ateş)
● İnkârları yüzünden gönüllerine buzağı içirildi. (Yaşar Nuri Öztürk)
Bu ifadelerin hiçbiri Türkçe bakımından ‘anlamlı’
değildir. Elmalılı'nın çevirisi, msl. ‘iliklerine işledi’ ya da ‘iliklerine
kadar ıslandı’ gibi Türkçe deyimler dikkate alınarak okunduğu takdirde ve çevirisi
de bir Tefsir içerisinde yer alıp orada açıklandığı için kısmen mazur
görülebilirse de “Küfürleriyle danayı kalplerinde iliklerine işlettiler” şeklindeki
bir ifade, son tahlilde Türkçe açısından hiçbir mânâ ifade etmemektedir. İkinci
ve üçüncü misallerde uşribû fiiline
hiçbir zahmete girmeden lafzî bir
karşılık (=içirildi) vermekle
yetinilmesine ve herhangibir açıklama yapılmadan okuyucunun garip bir ifadeyle
başbaşa bırakılmasına gelince, işte bu hiçbir sûrette mazur görülemez. Nitekim
bu garabet, Arap dilindeki hazf
kuralı nazar-ı dikkate alınmadığından “Gönüllerine buzağı içirildi” şeklindeki
çeviride daha vahim bir hâle bürünmüştür.
Bakara:
187
وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ
● Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayrılıncaya kadar yiyin, için... (H. Atay-Y. Kutluay)
● Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin, için... (Ali Bulaç)
Adiy b. Hatem adlı sahabînin, ibaredeki min'el-fecri şeklindeki vurguya dikkat
etmemesi nedeniyle anlayamadığı (daha doğrusu: ‘yanlış anladığı’) ve Hz. Peygamber'in
de (s.a) ideomatik anlamını kendisine
izah etmek durumunda kaldığı bu ayet, ilginçtir ki asırlar sonra, yukarıdaki
meâl sahiplerince de aynı şekilde yanlış anlaşılmış ve ibarenin sonunda yer
alan min'el-fecri şeklindeki vurgu,
bu çevirilerde, sanki ayette fi'l-fecri
denilmiş gibi bir mânâ kazanmıştır. Fecrin beyazlığının gecenin siyahlığından
tefrik edildiği ânın gözlenmesini gayet beliğ bir sûrette ifade eden bu
deyimin, tefsirlerde ve diğer meâllerde (msl. ‘fecrin beyaz ipliği siyah
iplikten ayıredilinceye kadar’, Elmalılı, Süleyman Ateş, vs.), asıl anlamını
yansıtacak bir biçimde çevrilebildiği ya da bu anlamın hiç değilse bir dipnotla
açıklığa kavuşturulduğu (msl. Çantay) dikkate alınacak olursa, yukarıdaki meâl
sahiplerinin, Kur’an'da geçen deyimsel ifadeleri Türkçeleştirirken mevcut
birikimden dahi istifade etmedikleri söylenebilir.
Bakara:
223
نِسَآؤُكُمْ حَرْثٌ لَّكُمْ فَأْتُواْ حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ
● Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin. (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay)
● Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. (Süleyman Ateş)
● Kadınlar sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın. (Ali Bulaç)
● Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. (Yaşar Nuri Öztük)
Ayette kadınlar
ile tarla (hars) arasında, ancak Arap
toplumu için ‘anlamlı’ olabilecek bir münasebet kurulurken, meâllerde bu zahirî
anlam —Türkçe'de kadın ile tarla arasında hiçbir münasebet olmadığı
halde— aynen korunmuş ve tabiatıyla Türkçe açısından ilk bakışta hiç de hoş
olmayan bir ifade ortaya çıkmıştır.
Burada hars
kelimesinin Arap dilinde ‘tarla’ (=ekin yeri) anlamına geldiği inkâr ediliyor
değildir. Ancak bu kelime Arapça'da mecazî
anlamıyla, yani ‘cinsî münasebetten ve onun hasılasından kinaye olarak’
kullanılırken, ‘tarla’ kelimesi Türkçe'de böyle bir kinayî anlama sahip değildir; dolayısıyla bu deyimsel ifadenin
‘olduğu gibi’ Türkçe'ye aktarılması hiçbir surette mazur görülemez. [Reşid Rıza da Cemil Saîd'in 1924'de Fransızca'dan tercüme ederek yayınladığı Osmanlıca Meâli eleştirirken el-Menar adlı tefsirinde bu ayetin çevirisini misal olarak vermiş ve haklı olarak tenkid etmiştir. (IX/253-254)]
A‘raf:
149
وَلَمَّا سُقِطَ فَي أَيْدِيهِمْ
● Vaktâ ki ellerine kırağı düşürüldü. (Elmalılı Hamdi Yazır)
● Başları avuçları arasına düşürülüp de... (Yaşar Nuri Öztürk)
● Ne zaman ki (pişmanlıktan ötürü) başları elleri arasına düşürüldü... (Süleyman Ateş)
● Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) elleri arasında düşürüldü... (Ali Bulaç)
Ayette geçen ibarenin aslı: ve lemmâ suqıta fî eydîhim şeklindedir
ve Arapça'da bu deyim, şiddetli bir pişmanlık halini tasvir etmektedir. Nitekim
Elmalılı Hamdi Yazır, bu inceliği Türkçe'de de aynen yansıtmak amacıyla,
ibareyi, ‘ellerine kırağı düşürüldü’ şeklinde çevirmekte ve ardından, “Kırağı
hem soğukla alâkadar, hem de cüz‘î bir sıcaklıkla derhal eriyiverir birşey
olmak itibariyle, ‘eline kırağı düşen’ hem müteessir olmuş, hem de eline hiçbir
şey geçmemiş olacağından, bu tabir ‘sonu hüsran olanlar’ ve ‘nedâmete düşenler’
hakkında darb-ı mesel olmuştur”
şeklinde meseleyi tavzih etmektedir. Oysa diğer meâllerde söylenildiği gibi,
‘insanın başının, avuçlarının ya da ellerinin arasına düşürülmesi’ olarak ifade
edilebilecek şekilde Türkçe'de bir ifade kalıbı bulunmamaktadır. Belki insanın
gönlüne sevda ateşi, pişmanlık ateşi
düşer ama, pişmanlıktan ötürü kimsenin başı avuçları ya da elleri arasına düşürülmez,
düşürüldüğü söylenecek olursa da kimse bundan birşey anlamaz.
Yunus:
24
إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء
● Şu iğreti hayatın durumu gökten indirdiğimiz suya benzer. (Yaşar Nuri Öztürk)
● Dünya hayatı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer. (Süleyman Ateş)
● Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. (Ali Bulaç)
Acaba “dünya hayatı”nın (!) “gökten inen su”
ile ne gibi bir alâkası vardır? Dünya
hayatı (!) niçin “gökten inen su”ya benzesin? Tefsirlere kadar izi
sürülebilecek olan bu yanlış anlamlandırmanın temelinde, Kur’an'da sıkça geçen ke-meseli formunu kavramamış olmak gibi
bir zaaf yatmaktadır ki bu zaaf başka ayetlerin yorumunda da (msl. Bakara: 17,
19, 171) ortaya çıkmaktadır. Ayette ke
edatının hemen ardından mâ (=su) kelimesinin
geliyor olması nedeniyle, bazı müfessir ve mütercimler, hemen benzetmenin bu
kelime ile yapıldığı zannına kapılmakta ve ayeti bu anlayışlarına uygun olarak
tefsir ve tercüme ettiklerinden, ‘misal-i mürekkeb’ zâyi olmaktadır. Oysa
ibareyi, msl. ‘Dünya hayatının (!) misali, tıpkı şu misal gibidir: ...’
şeklinde çevirseler ve verilen misali de bir bütün olarak aktarsalardı, o
zaman, dünya hayatının (!), su'ya
değil, su'yun da içinde yer aldığı misalin bütününe benzetildiği, temsildeki güzelliğin
de bu bütünlükte kendisini ifşa ettiği gayet sarih bir biçimde ortaya
çıkabilirdi.
İsrâ:
13
وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ
● Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır. (Elmalılı Hamdi Yazır)
● Her insanın kuşunu (amelini) boynuna astık. (Ahmed Davudoğlu)
● Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık. (Süleyman Ateş)
● Her insanın uğursuzluk kuşunu boynuna takmışızdır. (Yaşar Nuri Öztürk)
Bu ayette geçen tâir kelimesi ‘kuş’, elzemnâ
fiili ise ‘takmak, dolamak’ şeklinde tefsir ve tercüme edilmiş ve fakat netice
itibariyle anlamsız bir cümle elde edilmesine rağmen tâir kelimesinin hem de Kur’an'da çokça kullanılan bir deyim olabileceği akla gelmemiştir.
Bazıları bu tuhaflığı ‘amel kuşu’, ‘uğursuzluk kuşu’ gibi ifadelerle gidermeye
çalışmışlarsa da Türkçe konuşulan memleketlerde bu cins kuşlar (!)
bulunmadığından, okurların bu ifadelere zihinlerinde bir karşılık bulamayacakları
muhakkaktır. Oysa tâir kelimesinin
ayrıca ‘nasip, pay, hisse, kısmet’ (hazz), elzemnâ
fiilinin de ‘takdir etmek, tayin etmek’ gibi anlamlara geldiği nazar-ı dikkate
alınsaydı ve hiç değilse kadîm Arap kültüründe ‘kuş’ ile ‘kader-kısmet’ arasındaki
köklü ilişki, (msl. Elmalılı Hamdi Yazır ile Hasan Basri Çantay'ın yaptığı
gibi) bir açıklamayla not halinde verilseydi, sanırız, insanların Allah'ın
kelâmını anlamaları daha mümkün bir hale gelebilirdi.
İsra:
29
وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا
● Elini bağlayıp boynuna asma. Ama onu büsbütün de açma. Sonra kınanır, hasret içinde bir köşede büzülür kalırsın. (Yaşar Nuri Öztürk)
● Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalırsın. (Ali Bulaç)
● Elini boynuna bağlı olarak asma. Bütün bütün de açma. O zaman kınanmış ve perişan olarak kalırsın. (Ziya Kazıcı-Necip Taylan)
Hiçbir açıklama yapılmadan verilen bu meâlleri
okuyan bir kimsenin, bu ifadelerden bir anlam çıkarması mümkün değildir. İnsanın elini boynuna bağlaması ne
anlama gelmektedir? Niçin insan elini boynuna bağladığı veya açtığı için Allah
Teâlâ tarafından kınansın? Bu suallerin cevabını bulmak için hiç kuşkusuz
okuyucunun, elindeki metni bir tarafa bırakıp anlam'ı başka yerlerde araması
gerekmektedir. Oysa bu ifadeler, Arap dilinde kullanılan birer deyim oldukları nazar-ı dikkate alınarak
tercüme edilselerdi veya doğrudan tercüme edilmese bile ‘eli boyuna bağlama’nın
cimrilikten, ‘elleri açma’nın ise müsriflikten kinaye olduğu münasib bir
şekilde açıklansaydı, kimsenin bu bilmecemsi ibareleri çözmek için başka
yerlere gitmesine gerek kalmazdı.
Hacc:
36
فَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا صَوَافَّ
● Artık sıralar halinde onların üzerine Allah'ın ismini anın. (Bahaeddin Sağlam)
● O halde onlar bir dizi halinde (ayakta) boğazlanırken üzerlerine Allah'ın ismini anın. (C. Yıldırım)
● Onlar önayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın adını anın. (Süleyman Ateş)
● Öyleyse onlar bir dizi halinde (veya saf tutmuşcasına ayakta durup) boğazlanırken Allah'ın adını anın. (Ali Bulaç)
● Onlar ayakları üzerine sıralanmış halde dururken, üzerlerine Allah'ın ismini anın. (Yaşar Nuri Öztürk)
Ayette geçen ‘savâffe’ kelimesine —yukarıdaki
misallerde görüldüğü gibi— “(ayakta iken) sıra(lar) halinde, dizi halinde,
sıralanmış halde” şeklinde mânâlar verilmiş ve bu tabirin Arapça'da köklü bir
arkaplana sahip olduğu nazar-ı dikkate alınmayarak kelimenin ideomatik anlamı gözden kaçırılmıştır.
Bu ibareye merhum Elmalılı tarafından verilen şu mânâ, sanırız maksadımıza
açıklık kazandıracak mahiyettedir:
● ... binaenaleyh önayaklarının biri bağlı olarak bir düziye üzerlerine Allah'ın ismini anın!
Elmalılı Hamdi Yazır'ın bu mânâyı vermesinin
önemli bir sebebi vardır. Çünkü koyun,
keçi gibi hayvanlar, ayakları bağlı bir halde yatırılarak boğazlanırken (=zebh), bunun aksine develer, ayakta iken ve fakat önayaklarından biri bağlı olduğu
halde kesilir (=nahr). Develerin
(hareket etmemeleri maksadıyla) bu şekilde duruyorlarken kesilmelerinin, ayette
‘savâffe’ kelimesiyle tasvir edilmiş olmasının nedeni de işte budur (Zemâhşerî). Esasen bu niteleme Arap
dilinde atlar için kullanılır ve
Arapça'da safene'l-fersu denilmekle,
atın üç ayağı üzerinde durup, dördüncüsünü, yani ön ayaklarından birini[n
toynağını] katlaması kastedilir. (Qurtubî)
Hâsılı, bu arkaplan açık bir biçimde ortaya konulmadığı
sürece, develerin Allah'ın şeâirinden (nişanelerinden) biri kılınmasının ve
insanlara boyun eğdirilmiş olmalarının (sahharnâhâ
lekum ve sahharahâ lekum)
hikmetini izah etmek zor olacaktır.
Ahzab:
33
وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى
● Evvelki cahiliyet çıkışı gibi süslenip çıkmayın. (Elmalılı Hamdi Yazır)
● Cahiliyyede olduğu gibi açılıp saçılmayın. (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay)
● İlk cahiliyye (çağı kadınları)nın açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın.(Süleyman Ateş)
● İlk cahiliye yürüyüşü gibi kendinizi teşhir ederek yürümeyin. (Yaşar Nuri Öztürk)
Teberrüc kelimesine, bu çevirilerde, sırasıyla: ‘süslenip çıkmak’, ‘açılıp
saçılmak’, ‘açılıp kırıtmak’, ‘teşhir ederek yürümek’ şeklinde mânâlar verilmek
suretiyle, ayette vurgulanan husus genel bir tavsiyeye dönüşmüş ve bu ibareden
ne kastedildiğini anlamak güçleşmiştir. Nitekim sırf bu nedenledir ki bazı
kimseler, Nûr: 31 ayetinde geçen ‘örtünme’ emrinin ‘tek başına’ mübhem ve muğlak bir mahiyet taşıdığı sonucuna varmışlardır. Ayrıca ibarenin belli-belirsiz bir biçimde
‘açılıp-saçılmak’ olarak tercüme edilmesi, ‘açılıp saçılma’nın günümüzdeki
anlamını akla getirmekte ve Nûr: 31 ayetinde örtünmesi emredilen yerlerin
açılmamasına yönelik mezkur uyarı, asıl vurgusunu yapamamaktadır. Oysa
Kur’an'ın nâzil olduğu dönemde Arap kadınının nasıl örtündüğü, örtünme biçimi,
kıyafet tarzı, hımâr, siyab, cilbab
gibi yerel giysiler doğru bir biçimde tasvir edilseydi, sonra bu kıyafetler
içerisinde dolaşan cahiliyye kadınlarının nasıl (ne tarzda) açılıp
saçıldıklarına işaret edilseydi —ki bu bilgiler Tefsir kitaplarında mevcuttur—
işte o zaman yukarıdaki ayette Peygamber hanımlarının menedildikleri ‘açılıp
saçılma’nın (teberrüc'ün ve teberrüc'ül-cahiliyye'nin) ne anlama
geldiği sarahat kazanır, dolayısıyla ‘teşhir etmek, kırıtmak’ gibi mübhem
tevillere de gerek kalmazdı.
Zümer:
6
وَأَنزَلَ لَكُم مِّنْ الْأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ
● Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi. (Süleyman Ateş)
● Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi. (Ali Bulaç)
● Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirmiştir. (Yaşar Nuri Öztürk)
Türkçe yazılı böyle bir cümle okunduğunda akla
ilk gelecek olan sual, bu davarların nereden indirilmiş olduğudur; zira
‘indirmek’ (enzele-inzâl) fiili,
Türkçe'de davar (en‘âm) kelimesini mef‘ûl alarak kullanılmaz.
Anlam, sadece kelimenin kendisinde değil, dahil olduğu dizgede de aranılır
bir ‘şey’ olduğundan, bu garabet, izaha muhtaçtır. Nitekim Türkçe'de ‘çorba
yedi’ ya da ‘ekmek içti’ denilemeyeceği gibi, ‘davarlardan sekiz çift indirdi’
veya ‘demiri indirdik’ (Hadîd: 25) ya da ‘elbise indirdik’ (A‘raf: 26) gibi
cümleler de kurulamaz. Kur’an-ı Kerim'de Tevrat,
İncil, Furqan, Kitab, Hikmet, Zikir, Sûre, Ayât, Nûr, Sekine, Melâike, Emniyet,
Rızık, Su gibi şeylerin indirildiğini bildiren ayetler bulunmakta ise de bu
kelimelerin (Türkçe'de) ‘indirmek’ fiiliyle birlikte kullanılması —bazı açıklamalar
yapmak kaydıyla— belki mazur görülebilir. Ancak ‘davar, elbise, demir’ gibi
şeylerin indirildiğinin söylenmesi böyle değildir. Nitekim müfessirler,
Arapça'da da vâki olan bu sorunu, ‘enzele-inzâl’ fiilini halq (yaratmak) mânâsıyla tevil ederek çözüme kavuşturmaya
çalışmışlardır. Bizce bu tevile de gerek yoktur; zira n-z-l maddesinin kök anlamında zaten ihsân etmek, ikram etmek, i‘tada bulunmak mânâları olduğu gibi,
ilgili ayetleri (A‘raf: 26) bu doğrultuda yorumlayan müfessirler de vardır:
(Alûsî, VIII/103)
Beled:
3
وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ
● Ve (and içerim) doğurucuya ve doğurduğuna ki... (Süleyman Ateş)
● Doğurana ve doğurduğuna and olsun ki... (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay)
● Ve doğurana ve doğurduğuna da yemin olsun ki... (Yaşar Nuri Öztürk)
Bu ayette, kimlerin üzerine ve niçin yemin edildiğini,
yukarıdaki meâllerden anlamak pek mümkün görünmemektedir. Çünkü bu cümleler,
Türkçe açısından bir mânâ ifade etmemektedirler; msl. ‘doğurucu’ ya da
‘doğuran’ ne demektir?
Bir an için bu kelimenin bizim bilmediğimiz
bir anlamı olduğunu varsayalım. Ancak o zaman akla başka bir sual gelmektedir:
Bu ‘doğurucu’ya veya ‘doğuran’a ve ‘doğurduğu’na niçin yemin edilmektedir? Bu
cümleyle ifade edilmek istenen hikmet nedir? Siyak ve sibak içerisinde bu
cümlenin sûre'deki fonksiyonu nedir ve bu cümle bu sûre'ye nasıl bir anlam
katmaktadır? ‘Doğuran’ veya ‘doğurucu’nun aslı vâlid, ‘doğurduğu’ şeklinde tercüme edilen kelimenin aslı ise veled olduğuna göre, acaba bununla,
‘doğurgan’ bir varlık olan anne mi
kastedilmektedir? Eğer böyle ise, niçin ‘anneye ve çocuğuna...’ denilmemiş de
‘doğurucuya (doğurana) ve doğurduğuna...’ şeklinde bir ifade kullanılmış?
Ayrıca Arapça'da vâlid kelimesi
‘baba’, vâlide kelimesi ‘anne’ için, veled kelimesi erkek çocuk, velîde kelimesi ise ‘kız çocuk’ için
kullanılıyor değil midir? Yoksa bütün bunların hepsini aynı anda ifade
edememenin yol açtığı bir kararsızlık neticesinde mi bu sözcükler icad
edilmiştir?
Doğrusu, biz bu suallerin cevabını verecek durumda
değiliz. Ancak meâl sahiplerinin ayeti bu şekilde tercüme edip okuyucuyu bu
garip ifadelerle başbaşa bırakmalarına bakarak onlara şöyle demiş oldukları
neticesine varıyoruz: “Aslında biz de bu ayetin ne demek istediğini anlamadık.
Binaenaleyh bizden bu kadar! Artık gerisini siz hallediverin.”
Eğer Kur’an okurları bu işin arkasına düşecek
olurlarsa, müfessirlerin bu ayeti tefsir ederlerken, ayete, “babaya ve oğluna;
yani Hz. İbrahim'e ve Hz. İsmail'e kasem olsun ki...” şeklinde bir mânâ verdiklerini
ve bu sûretle ayetin siyak-sibakla ilişkisini kurduklarını göreceklerdir. Bazı
müfessirler ise, bu ayette Hz. Âdem ile zürriyetinin kastedildiğini söylemektedirler
ki bizce muraccah olan kavil
diğeridir.
Tekâsür:
1-2
أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ
● Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz. (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay)
● Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri, öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri. (Yaşar Nuri Öztürk)
● Soy-sopunuzla öğünmek, sizi (Allah'a ibadet etmekten) öyle meşgul etti ki kabirlere varıncıya kadar ziyaret ettiniz; (ölülerinizi sayıb onların çokluğu ile öğündünüz.) (Ali F. Yavuz)
Sûre'nin ikinci ayetinde geçen hatta zurtum'ul-meqâbir tabiri, meâl
sahiplerinin büyük bir kısmı ve tabiatıyla onların etkisinde kaldıkları
müfessirler tarafından yukarıda verilen örneklerde olduğu gibi yorumlanmakta ve
böyle bir anlam vermenin sûrenin mesajına ne gibi bir katkı sağladığı üzerinde
her nedense bir an bile durulmamaktadır. Oysa ibarenin anlamı biraz olsun
tedkik edilseydi, bu ibarenin ölmek'ten kinaye
olduğu ve Arapların ölen kimseler hakkında zâre
qabrehu (‘kabrini ziyaret etti’; yani ‘öldü’) şeklinde bir deyim kullandıkları görülebilir ve böylece
Kur’an-ı Kerim'in, ölene (mezara girene)
değin mal-mülk biriktirmekle uğraşan gafilleri bu kadar beliğ bir üslûbla uyaran
mesajı zâyi olup gitmezdi.
Fil: 3
وَأَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا أَبَابِيلَ
● Üzerlerine Ebabil kuşlarını gönderdi. (Ziya Kazıcı-Necip Taylan)
Ayette geçen tayran ebâbil terkibinde geçen ‘ebâbil’ kelimesi, kuşların ismi değil, sıfatıdır; dolayısıyla bu
terkibin (literal çevirisi) ‘sürü sürü kuşlar’ veya ‘kuş sürüleri’ şeklinde
olmalıydı.
Tebbet:
4-5
وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ
● Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır. (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay)
● Odun yüklenmiş karısı da. Boynunda bükülmüş bir ip olduğu halde -ateşe atılacaktır.- (Ömer Nasuhi Bilmen)
● Alevi olan bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve) boynunda bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak. (Ali Bulaç)
Kur’an'ın en beliğ ve en veciz anlatımlarından
birini teşkil eden hammâlet'el-hatab
tabiri, yukarıdaki misallerde görüldüğü gibi lafzen yorumlanmış ve her nedense ayrıca bir açıklamaya da ihtiyaç
duyulmadığından bu ifadenin bütün vurgusu zâyi olup gitmiştir. Meâl sahipleri
tarafından, ‘odun taşımak’, ‘odun yüklenmek’, ‘odun hamalı’ gibi ifadelerle
karşılanan bu deyim, Arap dilinde nemmâm,
koğucu, dedikoducu, öteye beriye laf taşıyan fesatçı kimseler hakkında mesel olarak kullanılmakta; tıpkı kocası
gibi, Hz. Peygamber'in (s.a) şedîd düşmanlarından olan Ebu Leheb'in karısının
fesatçılığını, Hz. Peygamber'in aleyhindeki tezvirâtını ve bu tezvirâtının
neticesinde başına gelecekleri gayet veciz bir surette tasvir etmektedir. Ne
var ki bütün bu mânâların metnin kendisinden çıkarılabilmesi için, mezkur
tabirin ideomatik anlamının tesbit
edilmesi ve ayetin bu anlam doğrultusunda Türkçe'ye çevirilmesi gerekirdi. Bu yapılmadığı,
yapılamadığı gibi, cümleler anlamsız bir şekilde kesik kesik tercüme edildiği
için, aslındaki akıcılık ve harmoni tamamen kaybolup gitmiştir.
Sonuç
Kur’an'da geçen deyimsel ifadelerin, Kur’an'ın mesajını
anlamadaki rolünü vurgulamayı amaçladığımız bu metinde, bazı misallerden hareketle
ve ancak bir giriş mahiyetinde olmak
üzere bu konudaki kanaatlerimizi serdetmeye çalıştık. Verdiğimiz misallerin
seçimi esnasında gözönüne aldığımız hususların neler olduğunu özellikle
belirtmek isteriz:
BİR
BİR
Misallerin seçimi, hatalı olarak yorumlanan ayetlerin, işbu hatalı
yorumlardan hareketle tercümeye kalkışıldığı şeklindeki bir tesbitten hareketle
yapıldı. Diğer bir ifadeyle, verilen bu misallerdeki hataların, müfessir ve
mütercimlerin esasen pek tabii görülebilecek bir biçimde kendi tercih haklarını
kullanmalarından değil, ifadelere aceleyle ve üzerinde doğru-dürüst
düşünmeksizin, dahası herhangibir kaynağa da başvurmadan anlam vermelerinden
kaynaklandığı gösterilmek istendi. Bu bakımdan, misallerin bir kısmı, hatta
önemli bir kısmı, ‘farklı anlaşılan’ değil, ‘yanlış anlaşılan’ ayetlerin
çevirilerine aittir; dolayısıyla yaptığımız değerlendirmelerde, ayetlerin niçin
farklı anlaşıldıklarına değil, niçin
anlaşılmadıklarına ya da yanlış anlaşıldıklarına
işaret etmeye çalıştık.
İKİ
İKİ
Kur’an'da geçen kelime ve terkiblerin, Arap dilindeki deyimsel
karşılıklarının ihmal edilmesi ya da ciddiye alınmaması durumunda ne gibi anlam
sapmalarıyla karşılaşılabileceğini göstermek maksadıyla verdiğimiz misallerin
bir kısmı, müfessir ve mütercimlerin ayetleri yanlış yorumlamalarıyla değil,
(bizce) yanlış yorumları tercih etmeleriyle alâkalıdır. Binaenaleyh bazı
misalleri verirken, ayetlerin düpedüz yanlış anlaşıldıklarını söylemekten
ziyade, gerekli tedkiklerin ve mukayeselerin yapılmaması, yapılamaması
nedeniyle, karar altına alınmış standart yorumlara —bu yorumlar herhangibir
eleştiri süzgecinden geçirilmeksizin— sahiplenildiği ve tabiatıyla bu yanlış
tercihlerin genel okuyucuya öylece aktarıldığı îma edilmektedir.
ÜÇ
ÜÇ
Sıralanan misaller, müfessir ve mütercimlerin Kur’an'a
yönelirken beraberlerinde getirip metne dahil ettikleri önanlamların, önkabul
ve önyargıların, onların metni yorumlama tarzlarını nasıl etkilediklerini
gösterecek bir şekilde seçildi. Nitekim fıkhî
terminolojinin ayetlerin yorumlarına etkisinin tartışıldığı bölümde, bu hususun
özellikle altını çizmeye gayret ettik. Çünkü —verilen misallerden de
anlaşılacağı üzere— müfessir ve mütercimler, ilgili kelime ve terkibleri
anlamlandırırken, bu kelime ve terkibleri, Kur’an'ın nâzil olduğu dönemdeki
karşılıklarıyla değil, kendi dönemlerinde yaygınlaşmış anlamlarıyla yorumlamak
gibi bir zaaf içerisindedirler.
DÖRT
DÖRT
Dördüncüsü; kelime ve terkiblerin anlam alanlarının daralması ya da değişmesi ve
bu sürecin her toplum hayatında yaşanılması kaçınılmaz bir zorunluluk
olduğundan, Kur’an ayetlerini yorumlarken zamanın
‘anlam’ üzerindeki etkisine dikkat edilmesi ve mümkün mertebe muahhar anlamlara
yenik düşülmemesi gerekirken, müfessir ve mütercimlerin çoğu, sözkonusu
tarihsel değişimin farkında olmaksızın ayetlere anlam vermişler ve Kur’an'ın ifadelerini
aslına uygun bir biçimde aktaracaklarına, muahhar
gelişmelerin etkisiyle oluşmuş anlamları, buna hiç de hakları olmadığı halde
Kur’an'a mâlederek günümüze taşımışlardır. İmam Gazâlî'nin tebdil-i elfaz'dan gaflet etmek şeklinde adlandırdığı bu yaygın zaaf, hem Gazâlî'nin, hem de bizim verdiğimiz
misallerle tebarüz ettirilmeye çalışılmıştır.
BEŞ
Ayetlerin doğru anlaşılması kadar, anlaşılan mânânın doğru bir biçimde ifade edilmesinin de önemli olduğu sanırız izahtan varestedir. Bu nedenle, bilhassa meâllerde Kur’an ayetlerine bulunan Türkçe karşılıkları da değerlendirme kapsamına aldık ve böylelikle çevirilerdeki başarı derecesini, sadece ayetlerin doğru anlaşılıp anlaşılmaması nokta-i nazarından değil, aynı zamanda düzgün ve anlaşılır bir biçimde ifade edilip edilmemesi açısından da belirlemeye çalıştık. Arap dilindeki (özellikle belağâtın zirvesinde olan Kur’an'daki) deyimsel ifadelere başka bir dilde karşılıklar bulmanın pek o kadar kolay becerilebilecek bir iş olmadığı ve kendi dillerinde bir ustalık kazanamamış olan zevâtın —ki bilebildiğimiz kadarıyla zikredilenler arasında bu yönüyle temayüz etmiş kimseler bulunmamaktadır— özellikle bu alanda yetersiz kaldıkları meselesine böylelikle değinmek imkânı bulduk. Bu husus çok önemliydi; zira deyim ve terkibleri, hatta Arap dilinde kullanılan hazf, izmar, kalb, takdim-tehir, cînas, mecaz, istiâre, kinaye, ta‘riz gibi söz sanatlarını bilmek önemli olduğu kadar, bu sanatların başka bir dilin yapısı içerisinde ifade edilmesi de çok mühimdir. Nitekim verilen misallerin bir kısmında olduğu gibi, bazı ayetlerin mütercimler tarafından doğru olarak anlaşılmasına rağmen, çoğu kez Türkçe'ye başarılı bir biçimde aktarılamadığı müşahade edilmektedir.
Burada sorunun kapsamı ister istemez genişlemekte
ve mütercimin zihnindeki doğru anlam, Türkçe'de buna uygun bir karşılık
bulun(a)madığı ya da bu konuda gerekli zahmete giril(e)mediği için, tuhaf ve garib bir mahiyete bürünmektedir. Mütercimlerin, bu tür sorunlarla
karşılaştıklarında, birtakım açıklama notlarına başvurmaları ve okuyucularını
—verilen misallerde görüldüğü gibi— tuhaf ve garib ifadelerle başbaşa
bırakmamaları gerekirken, büyük çoğunluğunun böyle bir âdeti bulunmadığından,
okuyucu meâl meâl, tefsir tefsir dolaşmak zorunda kalmakta ve bu zahmete
katlanamayanlar ise bu tür ifadeleri, kelimenin tam anlamıyla atlamaktadırlar.
Hâsılı, elden geldiğince ve pek tabii ki belli
sınırlar dahilinde kalmak kaydıyla, Kur’an'ı anlamada deyimsel ifadelerin rolü
ve önemi üzerine birtakım mülâhazaların serdedildiği bu metni yazmaktaki
amacımız, ilim adamlarımızın bu konuyla daha yakından ilgilenmelerini temin
etmek ve bu sorunları bir an evvel aralarında müzakereye açmalarının elzem
olduğunu kendilerine hatırlatmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder