18 Mart 2007
Truman Capote adlı Amerikalı yazarın “In Cold Blood” (1966) adlı kitabının ilginç bir hikâyesi vardır. Bu hikâye iki ayrı yönetmen tarafından ve tamamen farklı tarzda sinemaya aktarıldı; ilki Bennett Miller tarafından “Capote” (2005) adıyla, ikincisi ise Douglas McGrath tarafından “Infamous” (2006) adıyla.
Hatırlanacağı üzere, Amerikalı yazarı ilkinde Philip Seymour Hoffman canlandırmıştı, ikincisinde Toby Jones.
“Capote”yi geçen sene izlemiştim. Aklımda
kalan sadece Hoffman’ın usta oyunculuğuydu. Konuyu ise dikkate değer
bulmamıştım. Çünkü yönetmen, biraz da gereksiz yere, sırf Capote’nin ilginç
kişiliği (!) üzerinde odaklanmış görünüyordu. “Infamous”ı geçenlerde izlemek imkânı buldum.
McGrath, Miller’in aksine, bir yazarı değil, bir yazarın yaratıcılığıyla ilgili çelişkileri öne çıkarmış. İyi de etmiş.

Filmin finaline doğru, Capote’nin bir kadın arkadaşı, Frank Sinatra’nın sanatçı bir dostu hakkında söylediği şu söze atıf yapıyordu:
Her şarkı söyleyişinde biraz daha ölüyor.
Ardında da ilâve ediyordu:
Yazarlar da sanatçılar gibidir. Onlar da kalemi her ele alışlarında biraz daha ölürler.
Bir mısra için baştan sona bir dîvanı hatmetmek...
Okuma, öğrenme, anlama, dinleme, görme, bir düzeyden sonra bu hâli alır;
almak zorundadır. Bir mısrâ için bir
dîvanı, bir couple için bir senfoniyi
dinlemek, bir filmi sadece bir sahne
için seyretmek bazılarına beyhude bir çabaymış gibi gelir. Zarara uğramış,
zaman kaybetmiş gibi hissederler kendilerini. Oysa hiç de öyle değil. En
azından benim için öyle değil.
Şahsen, Alain Corneau’nun
1991’de çektiği “Tous les matins du monde” (Dünyanın Tüm Sabahları) adlı
filmini bir tek karesi için defalarca seyrettim. O filmi
sadece o kare için severim; birkaç saniyelik o kare için. Bazen o kareyi
ekranda dondurur, dakikalarca seyrederim; evet, sadece o kareyi. Viyolensel
virtiozü Sainte
Colombe’un
—Jean-Pierre Marielle tarafından canlandırılan— o acı dolu yaşlı gözlerinin tüm
ihtişamıyla öylece donakaldığı sahneyi. Defalarca.
İnsanı, insanın tüm ızdırabını bir karede seyretmek, onlarca saatlik
belgesellerden daha öğreticidir; elbette gerçekten bir şeyler öğrenmek
isteyenler için.
Bir mısra için baştan sona bir dîvanı hatmetmek...
İnanın böylesi bir çaba hiç de yararsız değildir. Nitekim Sezen’in bir
şarkısında geçen, yolun zorunu yürümüştüm ben tanıştığımız zaman, mısraı,
gerçekten de yolun zorunu yürümüş olanlar için şarkının tümüne bedel değil
midir?
Sanırım öyledir.
Bütünü kucaklamak ya da elde etmek istediğimizi, kavuşmayı arzuladığımızı
bütünüyle elde etmeyi, tümüyle kucaklamayı istemek kadar büyük bir gaflet
olabilir mi?
Beyhude olan budur aslında. İmkânsızı istemektir çünkü.
Dervişin biri, aklısıra, ben Allah’ı gördüm, diye iddia eder dururmuş.
Bu söz Bayezid-i Bistami’nin kulağına gelince, tebessüm etmiş, eğer öyle
olsaydı, demiş, beni gördüğünde ölürdü.
Birgün karşılaşmışlar, derviş, Bayezid’i görür görmez hemen o an
ölüvermiş.
Yani?
Yani değil küllünü, cüz’ünü görmeye bile tahammül edememiş. Musa gibi. O
Musa ki nûr-ı ilâhî dağa tecellî edince, değil yârin zatını görmek, nûruna bile
bakamamıştı.
Gözlerimizin kamaşmasını, kör olmayı ya da çaresizlikten ölmeyi
istemiyorsak, çareyi gölgede aramak zorundayız. Yârin gölgesiyle yetinip
gözlerimizi ışığa alıştırmayı bilmeliyiz.
Düşünce ve sanat, en nihayet hakikatin bir yüzünü, bir parçasını,
katlanabileceğimiz kadarını, yani gölgesini bize göstermekle yetinir.
Düşünürler ve sanatçılar tam anlamıyla çaresizdirler; zira bizi korumak
istedikleri için böyle yapmak zorundadırlar. Bizi, yani bütünü elde
edebileceklerini sananları.
Peki, bizatihi düşünür veya sanatçı?
Onlar, düşünürken veya yaratırken ister istemez güneşin kendisine bakmak
mecburiyeti hissederler ve çaresiz her bakışlarında biraz daha ölürler. Bizzat
ışık haline gelmek uğruna gözlerini kaybederler. Onlar ölürken, bize onlardan
kalan mini mini huzmelerdir; hem de bir defada tümüne bakamayacağımız denli
yoğun huzmeler...
Ey talib, yakındaki yakınlığı (bütünü) nasıl
elde edebileceğini soruyorsun.
Söyleyeyim: değil yakındaki yakınlığı,
bilâkis uzaktaki yakınlığı, hatta yakındaki uzaklığı dahî talep etmekten
vazgeç de utanç içinde uzaktaki uzaklığa doğru koş!
Aksi takdirde sevinç içinde helâk olursun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder