Cenevreli düşünür Jean-Jacques Rousseau ünlü itiraflarına
şu sözlerle başlar:
Je
forme une entreprise qui n’eut jamais d’exemple et dont l’exécution n’aura
point d’imitateur. Je veux montrer à mes semblables un homme dans toute la
vérité de la nature; et cet homme ce sera moi. Moi seul.
Yazar, şimdiye değin eşi-benzeri görülmemiş
bir işe kalkışmak ve kimsenin taklid edemeyeceği bir teşebbüsü gerçekleştirmek
niyetindeymiş. Bizim gibilere, tüm çıplaklığıyla bir insanı tanıtacakmış: kendisini yani. Sadece kendisini.
Rousseau bu girişin ardından, görüp tanıdığı
hiçbir insana benzemediğini ve
hemcinslerinden, daha iyi olmasa bile tamamen farklı olduğunu iddia ediyor.
Ne cüret değil mi kişinin kendisini tüm
çıplaklığıyla anlatabileceğini ve/veya tanıtabileceğini iddia etmesi?
Başkalarına benzememek ve başkalarından farklı olmak hoş bir duygu, güven
verici. Bu tür sanılar sıradan insanların nefsine itimad telkin eder; aydın
takımının nefsine ise boş bir kibir.
Burada durup düşünmeliyiz: Hakikaten insanoğlu
kendisini “tüm çıplaklığıyla” ve “tüm doğallığıyla” anlatabilir mi? Başkalarına
değil, bizâtihi kendisine kendisini “tüm çıplaklığıyla” (dans toute la vérité de la nature) anlatmayı
başarabilir mi? O cafcaflı, o cesur ve güya kahramanca itiraflarını
yalanlardan, üstelik masum yalanlardan tümüyle ayıklayabilir mi?
Başkaları ne düşünür bilemeyiz ama biz yukarıdaki soruya verilmiş benzer cevaplardan birini görebilmek amacıyla Rousseau’yu iki asır öncesinde bırakıp günümüze gelecek ve Japon yönetmen Akira Kurosawa’ya kulak vermeyi tercih edeceğiz:
Kurosawa, anılarında (Gama no abura), “En İyi Yabancı Film” dalında Amerikan Akademi ödülünü aldığı ünlü
filmi Raşomonun hazırlıkları
sırasında (1950’de), asistanlarının bile senaryoyu anlamakta nasıl güçlük
çektiklerini anlatır. Genç asistanlar bir akşam toplanarak yanına gelirler;
çaresizdirler, çünkü bu işin içinden nasıl çıkacaklarını bilememektedirler.
Kurosawa da alır onları karşısına ve bu filmde neyi anlatmak istediğini sakin
sakin izah eder:
İnsanlar, nefisleri sözkonusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler; kendileri hakkında, yalanlara başvurmadan, allayıp pullamadan konuşmayı kolay kolay beceremezler. Bu film (Raşomon), işte böylesi insanları anlatıyor; gerçekte olduklarından daha albenili, daha iyi ve üstün oldukları duygusunu tadabilmek için yalan söylemeden yapamayan insanları; hatta bu günahkâr pohpohlanma ihtiyacından mezarda dahî kopamayan insanları. Öyle ki karakterlerden birinin, öldükten sonra da, bir medyum aracılığıyla konuşurken insanlara yalan söylemeyi sürdürdüğüne tanık oluruz. Benperestlik, dünyaya geldiği anda insanoğluna musallat olan bir günahtır; kefareti ödenmesi en güç günah.
Asistanlardan biri yine hiçbir şey
anlamadığını itiraf ederse de film başarıyla tamamlanır. Nitekim bizler bu
filmi bugün dünya sinemasının klâsiklerinden biri olarak tanıyoruz.
İnsanoğlunun kendisini olduğundan daha iyi
göstermek için söylediği yalanlar, “gerçeğin tam da aksini ifade eden sözler”
anlamında birer ‘yalan’ değildir. İnsan ne kadar doğru söylediğine inanırsa
inansın, hatta bizatihi ne kadar doğru söylerse söylesin, yine de söyledikleri
gerçeğin, kendi gerçeğinin sadece bir kısmıdır; süzgeçten geçirilmiş,
onarılmış, düzeltilmiş bir kısmı hem de.
Benperestlik, dünyaya geldiği anda insanoğluna
musallat olan bir günahtır, kefareti ödenmesi en güç günah.
Metnin İngilizcesine bağlı kalmak adına böyle
aktardım (egoism is a sin the human being
carries with him from birth; it is the most difficult to redeem.) Biraz
serbest çevirseydim, benperestlik yerine hiç tereddüt etmez şu sözcüğü
kullanırdım: kibir ve/veya tekebbür.
Evet, bencillik
değil, hodgâmlık da değil, tamıtamına
kibir ve tekebbür. Fakat öyle alelade üstünlük taslamak, büyüklenmek,
kendini beğenmek mânâsında değil, bilâkis kişinin kendisini korumaya,
zaaflarını örtmeye çalışması, kendisine yaklaştığı ölçüde özüne yabancı kalması
anlamında.
Cemil Meriç ne güzel söyler:
Kim, hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir?
Sadık, yani kendisini hiç çarpıtmadan, aynen, olduğu gibi yansıtan akisler.
İşte bu mümkün değildir. O halde ne yapmalı,
bir insanı tanımak için nereye bakmalı?
Kurosawa’nın, anılarına son verirken yaptığı
şu tesbit, sanırım, gerçeği arayanlara yardımcı olacak nitelikte:
Hiçbir şey bir insanla ilgili gerçekleri onun eserlerinden daha iyi sergileyemez.
Biz de öyle yapmalıyız: bir insanın düşüncelerini anlamaya, kavramaya çalışırken,
bu nedenle kendi sözlerine bile bütünüyle güvenmeyip onun en sâdık aksini
yapıtlarında bulmayı denemeliyiz. Çünkü
çocuk terbiyesi hakkında o kadar yazmış olan Rousseau, beş çocuğunu da kendi
elleriyle yetimhaneye bıraktığını güya hiç
utanmadan itiraf eder.
Acaba niçin?
Niçin olsun, gerçekte hiç çocuk sahibi
ol(a)madığını itiraf etmekten utandığı için. Nitekim ünlü biyografi yazarı ve
edebiyatçı Stefan Zweig, Rousseau’nun itiraflarında bu küçük oyunu teşhis
etmekte hiç zorlanmamıştır:
Jean-Jacques Rousseau gibi samimi bir hakikat aşığının kendisi bile, tüm cinsel sapkınlıklarını insanı kuşkuya düşürecek denli büyük bir titizlikle açıklar ve bu, ünlü terbiye risalesi Émilein yazarı, kendi çocuklarını yetimhanede heba ettiğini pişmanlık içinde itiraf eder. Lâkin gerçekte, güya bu kahramanca itirafın arkasında, sadece, belki daha insanî ve fakat kendisine daha ağır gelen bir sırrı, muhtemelen, iktidarsız olduğundan ötürü çocuk sahibi de olamadığını gizler.
Demek ki itiraflar kişinin sırrını (derununu) açmasından, açık kılmasından ziyade örtmesine, saklamasına yarıyormuş.
O halde ey talib, Settar’ın setrettiğini faş
etme de sen kendini de kendinde bil, başkasını da!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder