22 Kasım 2009
Hapisteyken, bir gece, müdür tarafından, Kemal
Tahir’den bir idam mahkûmunun son anlarında yanında bulunması isteniyor. Kemal
Tahir idam mahkûmunun yanına gidiyor. Adam iki yahut dört rekât namaz kıldıktan
sonra oturuyor.
— Şimdi, diyor Kemal Tahir, konuşmamız gerekiyor. Sabaha bu adam idam edilecek! Fakat birden farkediyorum ki bu dünyada bütün konuşmalar geleceğe aittir. Geleceği olmayan bir adamla konuşacak hiçbir şey yoktur!
İdam mahkûmuyla doğru dürüst bir lâf bulup
konuşamıyor Kemal Tahir. (Ayşe Şasa, Bir Ruh Macerası, s. 105)
O adamcağızın geleceği olmadığından değil, bilâkis ‘gerçeklik’le tüm çıplaklığı içinde karşılaştığından ötürü söyleyecek söz bulamaz Kemal Tahir.
Gerçeklik soyununca acımasızlaşır birden.
Anlam verme yetisini dumura uğratır, ve felç eder insanı.
Ah o ölüm, gerçekliğin ta kendisi! Gerçeklik de lâf mı, bizatihi gerçeğin!
Aklım bana yeter, o bana herşeyi izah eder, diyen safdilin, gerçeklikle her karşılaştığında, dili açılır. Konuştukça
konuşası gelir gafilin. Oysa daha üst bir ilkeye bağlanma ihtiyacını
hisseden her zekânın dili tutulur. Yoksulluğunu idrak, irfanın, yani kişinin
kendini tanımasının ilk adımıdır çünkü!
* * *
O zat Hz. Pir’e sormuş:
— Fakrın (muhtaç olmanın) hakikati nedir?
Hz. Pir susmuş, bir şey dememiş.
Adam sorusunu yinelemiş, ama o yine soruyu
suskunlukla karşılamış. Tekrar ısrar edince de yine hiçbir şey söylemeksizin
orayı terketmiş.
Bunun üzerine Sadreddin Konevî, Ey pîr-i hâm!
Ey çiğ adam! Ne sorup durursun, sen hiç mi hâlden anlamazsın, diye adama
çıkışır.
Kızmana gerek yok, diye mukabele eder o zat, zaten sorularıma hiçbir cevap vermedi ki!
Konevî daha da hiddetlenir, ve der ki:
— Cevap
vermez olur mu, o sana, hem de açıkça, cevap verdi. Sana dedi ki: Fakr, Hakkı görünce dili tutulmaktır.
Lâkin sen anlamadın!
* * *
Bu dünyada bütün konuşmalar geleceğe aittir, diyor Kemal Tahir.
Onun zorunlu olarak sustuğu yerde, kadîm
ustalarımız bile isteye susmayı tercih ederlerdi.
İnsan susardı. Kelâm-ı İlâhî konuşurdu.
Böylelikle ölüme kelâm-ı beşerle değil, kelam-ı ilahî’yle selâm verirlerdi.
Fakrın hakikatini bilirlerdi onlar.
Susarken konuşurlardı.
* * *
T.S. Eliot, şu sözüyle, farklı bir yorum
seçeneği sunar bize:
Human being cannot bear very reality.
Yani:
İnsanoğlu çok fazla gerçekliğe tahammül edemez.
Norveçli felsefeci Svendsen, hiç tereddüt
etmeden bu tesbite katılır, ve fakat hemen ardından şu ilâveyi yapmaktan da
kendini alamaz:
İnsanoğlu çok az gerçekliğe de tahammül edemez.
Bendeniz, bu nicel yargıları, hem de bütünüyle, tashih ve tadil etmek isterim:
İnsanoğlu, gerçekliğin azlığına veya çokluğuna
değil, gerçekliğin bizatihi kendisine
tahammül edemez. Çünkü katlanılabilecek hâle getirmedikçe, zaten gerçeklikle
sağlıklı bir ilişki kurmayı beceremez insanoğlu.
Onu yorumlar, değiştirir, dönüştürür,
muhayyilesinde iyice şekil verip kendince bir düzenek içerisine yerleştirdikten
sonra ancak o nesne veya olgunun yanına yaklaşabilir.
Eşyanın kendinde anlamı yoktur. Onlara anlamı
biz veririz. Anlam’ı ve değer’i. Kendi anlam dünyamız kadarıyla, ve kendi
değerlerimizden hareketle.
Kimse kendisinde olmayanı veremez!
Sizdeki anlam ve değer zenginliği/yoksulluğu, içinde yer aldığınız gerçekliğin miktarını da doğrudan belirler çünkü. Pek tabii ki tahammül derecenizi de.
Sizdeki anlam ve değer zenginliği/yoksulluğu, içinde yer aldığınız gerçekliğin miktarını da doğrudan belirler çünkü. Pek tabii ki tahammül derecenizi de.
Sözün özü, tahammül edebileceğiniz gerçeklik
derecesini, ister istemez sizin anlam verebilme gücünüzü tayin eder.
* * *
Geleceği olmayan bir adamla konuşacak
hiçbir şey yoktur.
Çok acele verilmiş bir hüküm!
VE yanlış!
Geleceği olmayan adam karşısında pekâlâ
konuşabiliriz, hem de sabaha kadar.
Tâ ki asılana kadar.
Susarız.
VE hep birlikte Kur’an’ı dinleriz.
Not: Dücane Hoca, bir defasında, bize, Radiohead'ın aşağıdaki Idioteque adlı parçasını dinlemedikçe bu yazının hakkını kemaliyle veremeyeceğimizi söylemişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder