Sayfalar

KENDİNİ HİÇ ÖZLEMİYOR MUSUN?


27-28 Temmuz 2002



Hakikat.
Ah şu hakikat!
Nasıl da cilveleşir kendisini arayanla, belki kendisini bilmeyen ve fakat arayanla. Bu nedenle en yakınında durur Hakikat hakikati arayanın. Neyi aradığını bilmese bile kavuşacağı ümidiyle arayanın hem de.
Arayan arar, biteviye aramaya devam eder, aradığına ulaşamadığı için arar. Lâkin o yakınlaşmayı umdukça o umduğu, o bütün umudu ondan uzaklaşır. O koşar, o koştukça da kendisine koştuğu ondan kaçar. Cilveleşir kendince. Ne de nazlıdır. Bulunmaktan çok, aranmaktan hoşlanır. Kolay kolay elevermez kendini. İnsafsızmış ve dahî bazen acımasızmış sanılır. Duyulmuştur bir kere, ele geçirmeyi umanın elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden olmasını.
Acaba bu dertle mi söylemiş şâir?


Yitirdim Yusufu Kenan ilinde
Bulundu Yusuf vü Kenan bulunmaz

Açıklanır sözlerden değil. Anlaşılır gibi de değil.
Olsun! Biz deneyelim yine de.
Kaybettiğimi öyle bir yerde kaybettim ki onu bulduğum an, ânı kaybettim; kaybettiğim yerde onu buldum, lâkin bu sefer yeri kaybettim. Çokluk içinde arardım, çokluk hep onu arardım, çoklukta gizlenmiş sanır, çokluk içinde çok diye arardım. Bir kere onu bulunca, onu bir görünce, onu birlikte bulunca, bu kez çokluğu kaybettim.
Ne garip değil mi, ben hep suyu kaplarda aramışım, kap olmayınca su olmaz sanmışım. Bir sürü kap. Kaplayan, kapsayan birçok kap. Ah, o içinde âb-ı hayatımı saklayan kap! Garip işte, bulunca suyu, kabı kaybettim, kabımı kaybettim. Dışarılarda aradım hep onu. Kenan gibi. Kenan’ım gibi.
VE nihayet Yusuf’u Kenan’ımda buldum. Fakat bulunca onu, bu defa Kenan’ımı kaybettim.
Şu benimki de ne gafletmiş, diyesi oldum ya yine gafletten nâşî, yalnız uyumuyorsun ki deyû Yunus yetişti imdadıma.

Biz bizi bilmez idik bizi kendinden eyledi
Eşkere kıldı bizi kendin pinhân eyledi

Öyle ya, biz bizi ne bilirdik, nereden bilirdik, nasıl bilirdik? Âma idik. Biz bizi bilmez idik. Doğrusu biz bizi bilmeyi de istemez idik. Ne var ki rahmet edip bildirince bizi bize, bizi bizde bize bildireni bildik. Biz gerçekte, gerçekten yoktuk, o vardı, gizli idi, gizliyor idi. Güya gizli idik, gizlide idik, ne ki var eyledi seyreylemek için bizi, âşikâr eyledi, âşikâre eyledi ve dahî aşk ile eyledi.
Peki ya kendi? Bu sefer de eşkere kıldı bizi kendin pinhân eyledi.
Cilve budur, buradadır. Tabii ki görene. Köre ne?

Umutsuzluğa kapılmayalım da Yusuf’u aramaya devam edelim. Nitekim Molla Câmî’nin şu edibâne, edebâne itirafı, gaflet ehli için bir muştu değil midir?

Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.

Hem gizli, hem açık imişsin, hem açıkta, hem gizlide imişsin. Öyle ki hem uzakta, hem yakında imişsin. Uzun söze ne hâcet, sen ne orada, ne burada imişsin; sen bu-ara-da imişsin.
Molla Câmî’nin dediği gibi, ben bilmez idim. Çünkü Yunus’un dediği gibi, daha en başta, biz bizi bilmez idik. Niyazî Mısrî’yi hatırlamanın şimdi tam sırası: öyle sanırdım...
Evet, öyle sanırdım, ayrı sanırdım; zira bilmez idim, ben beni bilmez idim ve o halde iken ben seni nasıl bilebilirdim? Evet bilmez idim, bilinmez idim çünkü. Öyle sanırdım. O-ara-da beni bekliyor sanırdım. Ayrı sanırdım.

Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam
Bende görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

Ne demiştik?
İnsafsızmış ve dahî bazen acımasızmış sanılır. Duyulmuştur bir kere, ele geçirmeyi umanın elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden olmasını.
Kafka, şu sözü, işbu güçlüğü açıklamak maksadıyla söylemiş olmalı.

Du bist eine Aufgabe. Kein Schüler weit und breit.
(Sen bir ödevsin. Ortalıkta tâlib yok.)

Acaba, bir kez olsun kendimize tâlib olamaz mıyız, diye soracak oluyorum; hemen o an vazgeçiyorum. Çünkü hem matlûb, hem tâlib olmanın bedeli o denli ağır ki!
* * *
Sen bir matlûbsun, ortalıkta tâlib yok, denmedi de ödev olduğu halde sadece ortalıkta tâlibin bulunmadığına işaret edildi. Ortalıkta tâlib olaydı, matlûb da olurdu. Kezâ matlûb olaydı, bu sefer tâlib de olurdu, muhakkak olmak gerekirdi.
Arayan varsa arananın, aranan varsa arayanın olması muktezâ-yı akliyedendir; lâzım-melzûm ilişkisi gibi. Çünkü bu izafet’in, izafet kategorisinin gereğidir; tıpkı oğul olmaksızın baba’yı, baba olmaksızın oğul’u tasavvur edemeyeceğimiz gibi. Baba oğul’a mukaddemdir, oğul’dan öncedir, oğul’un sebebidir; zira oğul’un olması için muhakkak baba’nın olması gerekir. Fakat bir kere oğul olunca, babalık, oğulluk tasavvur edilmedikçe tasavvur edilemez hâle gelir. Baba kavramı her defasında zorunlu olarak, kimin babası, suâlini sordurur; aynen oğul kavramının, kimin oğlu, suâlini sordurduğu gibi. İkisi birbirinden ayrı tasavvur edilemez. Baba varsa oğul, oğul varsa baba vardır. Sıfat mevsufsuz, mevsuf sıfatsız olmaz da ondan. Hâsılı, niteleyeni düşünmeden niteleneni, niteleneni düşünmeksizin niteleyeni düşünemeyiz.
Matlûb da öyle. Tâlibi olmayan matlûb, mâtlûbu olmayan tâlib olmaz. Her ne zaman matlûbdan söz açılsa, tâlibinin kim olduğu, yine ne zaman tâlibden söz açılsa bu sefer bu tâlibin matlûbunun ne olduğu soruya gelir.
Ortada bir ödev var yapılması gereken ve fakat bu ödevi yapmaya istekli bir tâlib yok. Yani ortada taleb yok! Taleb olmayınca, tabiatıyla tâlib de matlûb da olmaz. Tâlibi tâlib kılan talep sahibi olması iken, matlûbu matlûb kılan da aynı şekilde bir talebin konusu olması değil mi?!
Ödevi yapmak, yerine getirmek için ortada şöyle veya böyle bir talep olsaydı, tâlibi bulmuş olurduk, tabii ki aynı zamanda matlûbu da. Çünkü o ödev, taleb ve tâlib sayesinde taleb edilen bir matlûba dönüşmüş olurdu. Oysa bir ödev var ve fakat henüz ortalıkta tâlib yok, zira herhangibir talep yok!
Ne diyordu Molla Câmî?

Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.

Hem gizliydi, hem ayân-beyan.
Gizliydi, kendini âşikâr kıldı âşikâr olmayı istemeksizin, âşikâr olmak zorundaydı çünkü. Âşikârlığı zâtının gereğiydi. Bu yüzden eşkere kıldı bizi. Aşikâr oldu bizi kendinden eylemekle ve fakat bu sefer kendin pinhân eyledi.
Ben bilmez idim, yoksa o hep ayân-beyan idi. O kadar yakındı, o kadar yakında idi ki görmez idim, göremez bir halde idim. Ne var ki sonunda bir kafes bir kuş aramaya çıktı. Aranan, aranması gereken aramaya başladı. Arayan ise aranan oldu.
İllet malûlünün malûlü olur mu?
Olur! Ressam resmin illeti olduğu kadar, resim de ressamının illetidir. Ressam ressamlığını resmine borçludur; resim olmasaydı, resim ressamından kendine vücûd vermesini istemeseydi, ressamın ressamlığı nasıl vücûd bulabilirdi? Ressamı ressam kılan resmidir. Resmi resim kılan da ressam.
* * *
Acele etme de a dostum, biraz etrafını seyreyle! Geçme, geçip gitme de biraz bekle! Beklemeyi bilmezsen seyredemezsin! Seyredemezsen seyredildiğini farkedemezsin!

Sen bir ödevsin. Ortalıkta tâlib yok!

Şöyle demeyi ne kadar da isterdim:

Sen hem mâtlûb, hem tâlibsin!

Oysa sen sadece bir ödevsin.
Bu ödevin üzerine düşecek olan kim peki?
Yine sen!
Senden başka kim seni taleb eder, edebilir sanıyorsun?
Seni ancak sen taleb edebilir, seni yine ancak sen matlûb haline getirebilirsin.
Ödevini bilmelisin, zira kendini bilmelisin! Bilmek için önce bulmalı, bulmak içinse aramalısın.
Niçin ve nasıl arayayım, dediğini duymaz değilim. Kaybını bilsen, bilmediğini bilsen hayrete düşerdin. Düşeydin bir kere, evet sadece bir kere, bilirdin, bilebilirdin.
Bu, nasıl’ın cevabı. Oysa bana niçin’in cevabı gerek, diyorsun.
Ben de soruyorum:
Kendini hiç özlemiyor musun ey talib?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder