28 Eylül 2002
Ah, dedi fare, dünya her geçen gün daha da daralıyor. Önceleri o kadar genişti ki bu beni korkuturdu, yürümeye devam ettim, mutluydum, nihayet uzaklarda sağlı sollu duvarlar gördüm, fakat bu uzun duvarlar birbiri ardısıra o denli hızla üstüme geliyorlar ki ben şimdiden son odadayım bile. VE orada, köşede kendisine doğru yürümekte olduğum bir kapan duruyor.
Sadece istikametini değiştirmelisin, dedi kedi ve onu yedi.1
Kısa
hikâyelerinin ana fikrinin çokluk ölüm olduğu hatırlanırsa belki
Kafka’nın bu hikayesinde söylenmek isteneni —hiç değilse bir yönüyle— anlayıp
yorumlamak için kendimizi hazır hissedebiliriz.
Ölüm.Ölmedikçe onu bize kim tarif edebilir ki?
Ölüm, çoğunluk nazarında, sanki kendisinden kaçıldıkça içine düşülen bir gayya kuyusu. Kendisinden kaçılabilir sanılan, geciktirilebileceği, ertelenebileceği düşünülen, ve üstelik kaçtıkça daha da yaklaşılan. Firarîlerinin kendisinden kaçma süresinin kendisine yaklaşma süresini hızlandırdığını farkedemedikleri tek tuzak.
Hızlı
yaşanan bir hayatın, ancak sonuna yaklaştıkça amacını anlayanların, kendilerini
hayatı daha da ciddiye alır bir halde bulmalarında şaşılacak ne var?
Ölüme
razı olmak, yani nârına da nûruna da rıza vermek. Becerilebilirse kaçmamak,
kaçılabileceği vehmine kapılmamak, bilakis bile isteye ölüme koşmak, ölümü
arzulamak.
Ölümü
bir vuslat ânı olarak kutsayan, onu bir düğün gecesi şenliğiyle
anan bir medeniyetin mensuplarının ölümü en nihayet hakkında konuşulamaz hâle
getirmeleri ne de acı!
Ölümü artık bir heyula, bir çukur, bir karabasan gibi algılayanların, ölmeden önce ölmeyi amaç haline getirmiş bir geleneğin halkası olmaları düşünülemeyeceğine göre, yaşamak için yaşayanların bundan böyle kendilerine gerekçe bulmak istemeyecekleri pek tabiidir. Hayatın biyolojik bir sürece indirgenmesi, yaşamanın yaşamak için olmasından, yani başka bir gerekçeye ihtiyaç olmaksızın yaşamanın kendisinin hem amaç hem neden olarak tanımlanmasından kaynaklanmakta, böylelikle ölüm sadece nedeni değil, sonucu da (nasıl adlandırılırsa adlandırılsın: yaşamı) ortadan kaldıran tehlikeli bir düşmana dönüşmektedir: Evet, karşı konulması gereken, kendisiyle mücadele edilmesi lâzım gelen tehlikeli bir düşmana!
Ölümü artık bir heyula, bir çukur, bir karabasan gibi algılayanların, ölmeden önce ölmeyi amaç haline getirmiş bir geleneğin halkası olmaları düşünülemeyeceğine göre, yaşamak için yaşayanların bundan böyle kendilerine gerekçe bulmak istemeyecekleri pek tabiidir. Hayatın biyolojik bir sürece indirgenmesi, yaşamanın yaşamak için olmasından, yani başka bir gerekçeye ihtiyaç olmaksızın yaşamanın kendisinin hem amaç hem neden olarak tanımlanmasından kaynaklanmakta, böylelikle ölüm sadece nedeni değil, sonucu da (nasıl adlandırılırsa adlandırılsın: yaşamı) ortadan kaldıran tehlikeli bir düşmana dönüşmektedir: Evet, karşı konulması gereken, kendisiyle mücadele edilmesi lâzım gelen tehlikeli bir düşmana!
Kafka
bir defasında da şöyle demiş:
Korkunun ecele faydası yoksa da ecelin hakikat-i kat‘iyesine dair bilginin, bu kat‘iyeti kavrayıp onu hoşâmedi ile istikbal edenleri büyük bir sükûnete erdireceği muhakkak! O halde, ölmeden önce ölenler nezdinde ölüm niçin kendisinden korkulan bir heyula olsun ki?
Kafka’nın
ünlü yorumcularından biri yukarıdaki hikayeyi açıklamak sadedinde şöyle der:
Ancak ölümünün üstesinden gelmeyenin üstesinden gelir ölüm. Kendisi için takdir edilmiş olan kapana atlamaya hazır olmadığı ve dahi ölüm-korkusu yüzünden ondan ürktüğü içindir ki fare hayatının amacını gerçekleştirmemiş olur.3
Velhâsıl
ilm-i mantık tahsili, kişiye ölümün ne idüğünü kavramak için lâzım değildir,
zira herşeyden evvel yaşama hırsı bizzat insan aklının denetleyebileceği
hâlât-ı nefsaniyenin dışında kalır. Bu bakımdan varolmak kaygısının nasıl olup
da birdenbire yaşama hırsına dönüştüğünü anlamak ve bir an evvel bu hırstan
kurtulmak için aklın ötesinde kalan köyü ziyaret etmelidir.
İlm-i
Mantık tahsili olsa olsa bize o sınıra kadar eşlik edebilir, tıpkı Kafka’nın
dediği gibi:
Mantık esasen sarsılmazdır ama yaşamayı isteyen bir adama karşı direnemez.4
Mantık
ölüm karşısında savunmasızdır.
Hepsi bu kadar!
Hepsi bu kadar!
1. Franz Kafka, Beschreibung eines Kampfes, s. 119, 1954
2. Gustav Janouch, Gespräche mit Kafka, Frankfurt, 1951
3. Christian Eschweiler, Kafkas Erzählungen und ihr verborgener
Hintergrund, s. 47, Bonn, 1991
4. Franz Kafka, Der Prozess, s. 272,
1953
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder