22 Ağustos 2009
— Ey bilge, ne temennî ederdin?
— Doğmamış olmayı.
— Ama doğdun, şimdi ne temennî ediyorsun?
— Ölmüş olmayı.
Yaşam bazen bu denli ürkütücü görünür insana.
Gerçekte bu denli ürkütücü olmasa bile, böyle
görünür. Herkese değil, bazılarına...
Doğum ile ölüm arasında yaşar insan! İki nokta
arasında. Yaşam denen aralıkta.
Çok az kimse için ürkütücü olan işbu aralıktır.
Kalabalıklar içinse aralığın sonu, yani yaşam çizgisinin son noktası, ölüm
noktası.
Küçücük bir nokta.
Uzakta olduğu için küçücük görünen bir nokta.
Bir tek nokta!
Ölüm, belki de yaşama asıl anlamını
kazandıracak biricik nokta!
Garip olan şu ki modern insan ölümü öteleyen
bir bilince sahip. Ölümden korkmuyor bu yüzden, korkamıyor.
Korkabileceği derecede ölümü kendisine yakın hissedemiyor, kalbinde ölüme
aslâ yer açmıyor.
En büyük korkusu hastalanmak ve bir de yaşlanmak.
Ölüm korkusuna denk korkular bunlar.
Kimilerince ölmekten de beter.
Ölüme doğru yürüdüğünü bir türlü kabullenmek
istemiyor modern insan, sadece hastalanmaktan
veya yaşlanmaktan korkuyor.
Hastalanmadığı veya yaşlanmadığı takdirde, ölüm
korkusundan âzad olurum sanıyor. Ölümden değilse bile, ölüm korkusundan.
Ölümü yok saymakla kalmıyor, yok saymakla
ölümün yok olacağına da inanıyor.
Ölümü öldürmeye çalışıyor. Azraili.
İnsanın en temel trajedisi: kalıcılık ve süreklilik arzusu, yani beka
duygusu...
İnsan kendi varlığına (yaşamına) kalıcılık ve süreklilik kazandıramayacağını bir türlü
kabullenemez, ister istemez mülkiyetindeki eşyayı da sürekli (daim) ve kalıcı (baki) kılamayacağını itiraftan kaçınır.
Devam ve beka vehmiyle aldatır kendini. Fena’dan, fanilikten, zeval'den ve geçicilikten tiksinir.
Fena çok fenadır!
Oysa mezar taşlarının alnı açıktır, onlar
kimseye yalan söylemez:
هو الباقي
Hüve’l-baki, yani kalıcı ve sürekli olan bir tek O!
Halk imanını emniyette addeder, kusurlarının
ise affolunacağını ümid eder. Ne yapsın, insan her daim kendini güvende
hissetmeye ihtiyaç duyar.
Bu güven güçlendikçe, beka (kalıcılık) arzusu da güçlenir, kalpten mahviyet hâli iyiden
iyiye uzaklaşır, kişi her adımında varlığını daha çok hissetmek ister.
İşaret edeceği ben’in hacmi büyür, cesameti ve
cesareti artar. Kalp gözünü kapatan gaflet perdeleri kalınlaşır.
Mala düşkünlüğü iyice artar. Öyle ki malının
ve mülkünün çokluğu sayesinde dış dünyayı istilâ edebileceğini vehmeder.
Yetinmez, başkalarının kalplerini de ele geçirmek ister. Başkalarının kalbinde
yer kazanmaya çalışır, ne kadar çok kalpte yer edinirse aklısıra o denli
güvende olacaktır. Şöhret, işbu hesabın ürünüdür.
Fanilerin gönlünde beka bulmaya çalışmak, gafletin
en katmerlisidir bu yüzden!
Bütün çabalar mahviyete direnmekten ibarettir.
Zavallı insan, kendini büyük hissetmek için her şeyi küçültür.
Kibrin çirkinliği de buradan gelir: Kendini
büyük hissetmek için kişi daima başkalarının küçüklüğüne ihtiyaç duyar.
İnsan insanın üzerinde tepinir. İnsan insanı
çiğner, ezer, tekmeler. Gücü yettiğince. Halbuki yükseldiğini düşündükçe
alçalır da haberi olmaz.
Boşuna değil, peygamberler ve veliler kâfir olmaktan korkarmış; halk ise günahkâr olmaktan...
Neden peki?
Bir taraf zât-ı
Hüdanın peşinde, öteki taraf vech-i
Hüdanın!
Gürültüye hiç gerek yok, herkes zannıyla
meşgul, ve dolayısıyla herkes zannından mes’ul! Enbiya ve evliya yola zat-ı Hüda için çıkarlar, zat-ı Huda ile maksuda vasıl olurlar. Halkın çoğunluğu ise yola vech-i Hüda için çıkar, akibetleri de, ahiretleri de vech-i Hüda ile son bulur. Sana gelince ey talib, malum, yola vech-i Hüda için çıktın amma maksudun da, cehd u gayretin de zat-ı Hüda için olsun! Sakın unutma, buğdaya düşkünlük belki vech-i Hüda'ya perde teşkil etmez, lakin zat-ı Hüda'yı idrake kesinlikle manidir.
* * *
Birkaç yıl önce Büyükada’da ehl-i hâlden seksen
yaşında bir zât ile müşerref olmuştum.
Kendileriyle Sen Pasifik Kilisesinde genç
gitar virtüözü Celil Refik Kaya’nın birbuçuk saatlik resitalinde karşılaşmıştık.
Bir dostumuz, bu yaşlı zâtın, Amiş Efendi’nin bir talebesinin talebesine talebelik
yaptığını söyleyince, tabiatıyla, çok heyecanlandım.
Adadan ayrılmadan önce
birlikte bir çay da içebilecektik.
Bundan a’lâ nimet mi olur, hemen yola revan
olmuştuk.
Sohbet sırasında, söz geldiğinde, biraz da
lâtife yollu, Üstadım, dedim, gençken, buğday mı, himmet mi, diye
sorduklarında, biz de hiç tereddüt etmeden buğdayı reddedip himmete talib olmuş, tabiatıyla
kendimizi, çok şükür, buğdaydan mahrum etmiştik. Lâkin görünen o ki bu yolculuğun
sonunda himmeti de elde edemediğimiz anlaşılıyor. Ne yapalım, biz biçarelere ne tavsiye
buyurursunuz?
Lütfedip şöyle cevap verdiler:
Evlâdım, bu devirde himmete tâlib olmak, himmete sahip olmak demektir!
Kalktım, elini öptüm, ve hüzün içinde oradan
ayrıldım. Amiş Efendi’nin kokusunu duymuştum çünkü.
* * *
Sözün özü, Ramazan geldi, hoş geldi, bir düşünelim bakalım, Ramazan evimize buğdayla mı geldi, himmetle mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder