22 Ağustos 2010
Antik dönemde yapılmış Mısır resimlerine
bakıldığında hemen göze bir tuhaflık çarpar:
İnsanların başları, kol ve bacakları yandan çizilmiştir, buna mukabil gözleri ve gövdeleri önden.
İnsanların başları, kol ve bacakları yandan çizilmiştir, buna mukabil gözleri ve gövdeleri önden.
Bu resimlerde insanların başları başka bir tarafa çevrili olsa dahî gözleri hep size bakar.
Size, yani bakan kimse ona.
Niçin?
Gözlerin ve gövdenin önden daha kâmilen göründüğüne
inanıyordu Mısırlı sanatçılar. Başların, omuz, kol ve bacaklarınsa yandan.
İnsanın hangi bölgesi hangi açıdan daha iyi,
daha tam görülüyorsa, o açıdan çizildiği için.
En azından sanat tarihçileri böyle
açıklıyorlar. Uzmanların açıklamakta zorluk çektikleri husus ise, ayakların her
ikisinin de iç taraftan göründükleri biçimiyle çiziliyor olması.
Farklılıkların sebebi bilgi veya beceri
eksikliği olabilir mi?
Aslâ!
Mesele en nihayet bir tercih, bir tavır
meselesi. Kemâli küll’de değil cüzlerde, bütünde değil parçalarda bulmak, ve
her cüzü kemâliyle göstermek, işte bütün mesele!
Alimlerimiz güzeli tarif sadedinde cemâl
kemâldedir derlerdi, yani eksik olan güzel olmaz, güzel görünmesi için, tam
olmalı, kâmil olmalı, eksiklik ve kusurdan uzak bulunmalı. Eksikten, nakıstan
güzel olmaz. Bu nedenle kendilerini bütün
hâlinde algılamayı beceremediğimiz cüzleri güzel bulmayız. Tamamlanmalarını,
kemâle ulaşmalarını isteriz.
Mısırlılar ise gözün ancak önden bakıldığında
kâmilen görülebileceğine inanıyorlardı. Kâmilen gösterdiklerinde ise cemâlin
zuhur edip seyrin de kemâl bulacağını düşünüyorlardı.
Bir Hak dostuna, biz bu dünyaya niçin
gönderildik, diye sorulduğunda şöyle cevap vermiş:
Kemâli bulmak, cemâli görmek için!
Kulluk (ubudiyet) kavramının bundan daha açık bir tanımı var mıdır,
bilemiyorum.
Arifler لِيَعْبُدُونِ (bana kulluk etmeleri için) ibaresini, sırf bu gerekçeyle لِيَعْرِفُونِ (beni bilmeleri/tanımaları için)
şeklinde tefsir ve tevil ederler.
Maksad marifetullah’tan ibarettir, hakka ve
hakikate agâh olmaktan. Gerisi teferruattır.
Kemâli bulmak ise, sakın karıştırılmaya, tekemmül etmek değil, bilâkis tekâmül etmek demektir. Bu nedenle güzellik,
olan’ın değil, oluş’un tezahürüdür.
Sözün özü, güzellik, hakikatte ne görenin, ne
görülenin, bizâtihi görüşün âlâmetidir.
Yalnızlık ve dahî tek başınalık, aynadan
mahrumiyetin bir başka ifadesi.
Ne büyük elemdir insanın kendini göremeyişi. Nereye
baksa boşluk. Her yerde.
Düşmeye görsün insan, kemâli de, cemâli de
dışarıda aramaya başlar. Bütünlüğü. Kendisine eklemlenebileceği bir bütünlüğü.
Hiç
kimse bir bütüne sahip olamaz oysa! Kişi
bir bütüne ancak aid olabilir.
Dışında fazlalık olarak kalacağımız
tamamlanmış bir bütünlüğü değil, bilâkis, eklemlenemediğimiz takdirde eksik
kalacağına inandığımız bir bütünlüğü ararız, yani hakikatte yine bizim gibi
eksik kalmış büyükçe bir parçayı.
Ama hep bir parçayı.
Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum.
Ingmar Bergman’ın Ansikte mot Ansikte (1976) filminden.
Apollinaire de sevgilisine şöyle der:
Seni duymadığım zaman çaresiz oluyorum.
(Intouchables, 2011)
Bensiz her bütün eksiktir çünkü. Tıpkı anne
ile yavrusu gibi.
Ayrı kaldıkları takdirde hangisi tamdır?
Yanyana geldiklerinde hangisi fazladır? İşte bir klişe: Bir bütünün iki yarısı.
İnsan algısı iki parçalı bir bütünü bütün olarak tasavvur edemez. Bütünün
tecessüm edebilmesi için en az üç parçası olması gerekir. Üç buûdu.
Göz hep üçüncü buûdu arayacaktır. Çâresiz.
Peki ikonalar?
İkonalar iki boyutlu. Üçüncü boyuttan yoksun.
Derinlikten. Dolayısıyla güzellikten. Batılı göz nezdinde böyle. Ratio nezdinde.
Eksik bulunan o üçüncü boyutun nerede arandığı
önemli. Pavel Florenski, okurlarına, derinliğin arkaplanda değil, önplanda
aranmasını önerir. Reverse Perspectivede.
1920’de. İkonanın önünde diz çökeni de içine alacak bir
hacimden.
İkonalar sade seyirlik objeler olarak
yapılmazdı. Estetik algının değil, vecdin nesnesiydi. Ritus’un. Hayâlin. Yani
gözün değil, kalbin. İşlevi vardı, hâlâ da var. Bu nedenle Kant’ın güzelin o ünlü faydadan, yani işlevden
âri oluş (ohne-zweckmässigkeit)
ilkesini çiğnemeyi inatla sürdürürler.
İkonanın önündeki mümin kendini seyreden
değil, seyredilen olarak idrak eder. Bakan değil, bakılandır. Fayda uman.
İsteyen. Dua eden. İkonanın içinde değil, önünde yer alır. Diz çöken mümini
olmaksızın her ikona eksiktir. Herşey mabedde tamamlanıp kemâline erer. Dua
sırasında.
Duaya ihtiyaç olmasaydı, ne ikonaya ne, mümine
ihtiyaç olurdu. İkisini bir bütün kılan duadır. Eylemin kendisi yani.
* * *
Bil ki ey talib, Hira’sız din, itikafsız
Ramazan olmaz.
Kalabalıkların arasındayken Tanrı’nın seninle
ne işi olabilir?
Tanrı konuşmak için yalnız olanları seçer, diye uyarmıştım
seni.
İçine çekilmen gereken bir kendiliğin bile
yok.
Bir sığınağın.
Bir mağaran.
Tek başına için için ağlayabileceğin bir odan.
Hüznün yok çünkü.
Madem mahzun değilsin ey talib, kendini niçin aç bırakıyorsun?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder