17-18 Ağustos 1997
Sayın Tayyip Erdoğan!
Siz, İstanbul’un bir
Şehremini olmak haysiyetiyle ve geçen üç yıllık vazife müddetinizce,
İstanbul’un çeşitli sorunlarıyla meşgul oldunuz ve zannederim hemşehrilerinizin
ekseriyetinin şehadet edeceği üzere de gözardı edilemez muvaffakiyetler elde
ettiniz.
Sizin muvaffakiyetleriniz, hiç şüphesiz
bugünün İstanbul’u ve İstanbulluları için sevindiricidir.
Bu da gayet tabii
değil midir?
Evlerinde suları akan, çöpleri belediye görevlileri tarafından toplanan,
yolları asfaltlanan, bir yandan yeni yollar ve köprüler yapılırken, diğer
yandan ileriye dönük yatırımların devam ettiğini gören insanlar, elbette bu
çabaları takdir edecekler, rüşvet söylentilerinin büyük ölçüde sona erdiğini,
belediye görevlilerinin işi aksatmak şeklindeki protestolarına artık
rastlanılmadığını, daha da önemlisi, işini bilen emin insanların ellerinden
geleni yapmaya çalıştıklarını bilenler, geçmiş dönemleri hatırladıkça, bu
gelişmelerden memnun olacaklardır.
Halkın deniz kenarında dinlenebileceği,
bütçesine uygun bir biçimde çay içip Boğaz’ı seyredebileceği yerlerin açılması
ve bu gibi mekânların birtakım özel kimselere ihale edilmeyip halkın
istifadesine açık tutulması, hiç kuşku yok ki İstanbulluları sadece
sevindirmemekte, alışık olmadıkları bu muamele, onları şaşırtmaktadır da.
Bu meyanda eksikler, hatalar yok mu?
Yerine
getirilmemiş işler, yapılması gerektiği halde yapılmamış olan vazifeler
bulunmuyor mu?
Tüm şikayetler bitti mi?
Elbette hayır!
Daha yapılması gereken,
vatandaşın(!) memnun edilmesi lazım gelen birçok işin olduğunu, siz de
biliyorsunuz, halk da biliyor. Ve bu halk, daha köklü projeleri hayata
geçireceğiniz günlerin gelmesini umutla gözlüyor. Maamafih nüfusu on beş
milyona yaklaşan bir şehirde bütün eksikliklerin hemen giderilmesinin
beklenemeyeceğini sanırım herkes takdir eder.
Seçmenin gönlünü alacak işler yapmak, siyasî
gerginliklerin dokuduğu o ince gergef içerisinde itinayla hareket etmek ve
büyük projelere kalkışmak: uzun yollar, geniş köprüler yapmak, koca binalar
dikmek, hatta birtakım sempozyumlar, paneller düzenlemek türünden bazı beledi
hizmetler, belki bugünün İstanbullusu nezdinde takdire lâyık görülecek veya
kınanacak, belki size oy kazandıracak veya oy kaybettirecek…
Neticeleri
şimdiden tayin edemeyiz, ancak kanaat-i âcizâneme göre, bir şehri mamur etmenin
yolları bunlardan ibaret değilse de bir kere iş başa düşmüştür ve acilen bir
yerlerden başlamak zarureti vardır. İsteyen, istediği kadar bu tür
faaliyetlerin kıymeti hakkında konuşsun ve yazsın, isteyen istediği kadar
çabalarınızı övsün ya da yersin, esasen bunların hiçbiri önemli değildir,
olmamalıdır. Siz şimdi halkın önündesiniz ve başarılı olup olmadığınıza, bir
süre sonra hem İstanbul seçmeni karar verecek ve hem de tarih!
Ben ise bu satırları, bir Belediye Başkanı
olarak faaliyetlerinizi değerlendirmek amacıyla değil İstanbul hakkındaki
çabalarınızı görmezden gelmediğimi ve aşağıda dikkatinizi çekmek istediğim
hususlarla şikayetlerimi arzederken herhangi bir karalama mantığı ile hareket
etmediğimi bildirmek maksadıyla yazmış bulunuyorum.
Sayın Başkan!
Tarihî ve kültürel mirasımızı
korumaya yönelik faaliyetleriniz, diğer alanlardaki çalışmalarınıza nisbetle
size ne kadar oy kazandırır, onu bilemem. Fakat bu sahalardaki ihmalinizin,
büyük bir vebali mucib olduğu hususunda sizi temin ederim. İstanbul’un o devasa
kültürel ve tarihî mirasının içinde bulunduğu acı durum, yalnızlıklarına
terkedilen, her geçen gün izleri kaybolan, harabe haline gelmiş ve âdeta bize
küsüp sesini bile çıkarmayan o mezarlıklarımızın, şehitliklerimizin,
mescidlerimizin, türbelerimizin, hazirelerimizin, sebillerimizin hâl-i pür
melâli, İstanbul’un bugünkü Şehremîni olmak hasebiyle –herkes gibi– sizin de
kalbinizi sızlattığına eminim, zira hakikatin böyle olduğuna, altında imzanız bulunan
şu sözler şehadet etmektedir:
İstanbul’u korumak görevimiz ve tarihî sorumluluğumuzdur. Bu bakımdan belediyelere büyük iş düştüğünü söylemeye gerek bile yoktur. Biz kanunla sınırları çizilmiş “beledî” hizmetlerin yanı sıra, sorumluluğunu üstlendiğimiz şehrin kimliğini korumayı ve bu kimliğin çeşitli yönleriyle araştırılmasını sağlamayı da asli görevlerimizden sayıyoruz. (İstanbul Risaleleri, 1996, “Sunuş” yazısından)
Bu vaadinizi yerine getirmek konusunda önemli
adımlar atıldığını ve gerçekten de sizin dirayetiniz, bilhassa Kültür İşleri
Daire Başkanı Sayın Şenol Demiröz Bey’in irfan ve gayreti neticesinde de
İstanbul’un kültür ve tarih mirası hakkında çok kıymetli eserler yayımlanmakta
olduğunu, mesela, İstanbul Araştırmaları adında mükemmel bir derginin
neşredildiğini, yine bu faaliyetler sayesinde, mesela rahmetli Süheyl Ünver
Bey’in beş ciltlik İstanbul Risaleleri’ne ya da Süheyl Ünver’in İstanbul’una
kavuşabildiğimizi biliyoruz.
Ne var ki bu çabalar, yerine getirilmesi
gereken veya yerine getirilmesi planlanan diğer mesuliyetleriniz yanında,
zikredilmekle teselli bulunacak işlerden değildir, olmamalıdır da.
Bugünün
İstanbullusu için yaptıklarınızı ve yapmakta olduklarınızı –daha önce de
belirttiğim gibi– takdirle anmakla birlikte, üzülerek söylemeliyim ki açıkça
ihmal ettiğimiz başka bir İstanbul daha bulunmaktadır:
Cami ve mescidleriyle,
şehidlik ve mezarlıklarıyla, çeşme ve sebilleriyle, medrese, türbe ve
hazireleriyle meşbu bir İstanbul…
Bugünkü nesillerin görmedikleri,
tanımadıkları, farkedip hissetmedikleri bir İstanbul...
Yıkılan, harab olan,
yalnızlığına terkedilen ve fakat bütün ihmalkârlığımıza, hodgâmlığımıza inatla
direnen bir İstanbul…
Bu şehri kanlarını dökerek, canlarını feda ederek
fethedip bizlere emanet eden ecdâdın, âdeta her metrekaresine bir iz, bir
alâmet, bir nişan koydukları bir İstanbul…
Belki metruk, mahzun ve fakat asil
bir İstanbul...
Sayın Başkan!
Size, sadece bugünkü İstanbul
değil, İstanbul’un tarihi, İstanbul’daki tarih de emanet edilmiştir.
Şahsınızın, sadece bugünün İstanbul’una, İstanbullusuna karşı değil, pekâlâ
dünün İstanbul’una ve İstanbullusuna karşı da vazifeleri bulunmaktadır.
Binaenaleyh şehremînlik gibi böylesine mühim emanetlerin, kişilere, sadece
seçmenlerin sandıklara attıkları oy pusulalarıyla tevdi edilmediğini(!) müdrik
olan kimselerden beklenecek olanı, sizden de beklemeye hakkımız olduğuna
inanıyoruz.
İstanbul’un tarihinin, İstanbul’da yaşayan
tarihin, bizden, kendisine gereken ilgi ve alâkayı göstermemiz için daha ne
yapması gerekiyor?
Onların suskunluklarını değil, seslerini bile işitecek çok
az insanın kaldığı bir dönemde, çöken damların, yakılan yıkılan minarelerin,
kirletilen türbe ve hazirelerin çığlıklarından, çürüyen, silinen, yıkılan mezar
taşlarının iniltisinden, içki şişeleriyle, çöplerle dolu şehidliklerin,
mezarlıkların tepelerinden bize mahzun mahzun bakmalarından gayrı, elimizde
başka bir alâmet mi kaldı?
Sayın Başkan!
Günlük işlerinizden vakit
bulabilirseniz şayet, hemen karşınızda bulunan Şehzadebaşı Camii’ni ve
haziresini lütfen bir gezip tedkik ediniz. Caminin hemen yanındaki Damat
İbrahim Paşa Medresesi’ne, kapının yanındaki çeşmenin durumuna, haziresindeki
mezarların haline bir bakınız. Minibüs durağının arkasında kalan Helvaî Baba
türbesine, Belediye Sarayı’nın arkasındaki Üryanî Dede ve yine bir iki sokak
ileride Laleli Baba türbelerinin durumunu bir görünüz.
İşte o zaman, adını
burada zikretmeye gerek görmediğim bütün o asil ve mağrur komşularınızın, sizin
ve müdürlerinizin makam arabalarının Belediye Sarayı’na giriş çıkışlarını
sessiz ve fakat mahzun mahzun seyreylediklerini farkedecek, üç yıllık mesai
müddetince kendileri lehine herhangi bir teşebbüste bulunmadığınız bu zatların,
sizin, yanlarına uğrayacağınız ve kemâl-i edeble huzurlarına çıkıp mazeret
beyan edeceğiniz günleri beklemekte olduklarını teessürle anlayacaksınız.
Ben bu mektubu, yıllardır kimsenin yüzüne bile
bakmadığı, sizin ise üç senedir ilgilenmediğiniz komşularınızın şikayetlerini
arzetmek üzere kaleme almış bulunuyorum.
Hemen yanıbaşınızda bulunan, Fatih
Evlendirme Dairesi’nin arkasında, Onsekiz Sekbanlar (veya Kadı Hüsameddin)
Mescidi’nin mihrabı önünde boynu bükük bırakılmış yiğitlerin, İstanbul’un fethi
sırasında şehid düşen ve şehid düştükleri yere defnedilen, ancak bugün çöplüğe
dönüşmüş mekânlarında yatmakta olan Onsekiz Sekbanlar’ın şikayetlerini size
arzediyor ve bir an evvel gereğini yapmanızı istirham ediyorum. Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.
Sayın Başkan!
Kendilerine komşu olduğunuz ve
birkaç adım atsanız mezarı başından dua edebileceğiniz bu yiğitlerin şehitliği,
ilgisizlikten dolayı bir mezbeleye dönüşmüş durumda. Hemen yanıbaşınızdaki bu
şehitlik, yıllardır ihmal edildiği gibi, sizin döneminizde de bu şekilde ihmal
edilmeye devam edecek olursa, korkarım bir süre sonra, oraya ya bir bina
dikecekler, ya da üzerine bir otopark yapıp bir ayetin daha üzerini örtecekler.
Bu endişemde yanılmayı çok isterim. Ancak bu meseleyle ilgili başka bir
makalenin daha yazıldığı ve bir yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hiçbir
olumlu adım atılmadığı düşünülecek olursa, endişelerimin pek yersiz olmadığı
anlaşılır.
Katib-i Sekbanan
adıyla da bilinen 18. Sekban bölüğünün askerleri fetih günü şehid
düştüklerinden, hazire Fatih döneminden kalmadır. Kabir yerleri yangınlar
neticesinde belirsiz olmuş, sonradan hepsi namına bir taş dikilmiştir. Nitekim
hazirenin 18 Sekbanlar Sokağı’na bakan yüzünde eskiden bulunan pencerelerden
birinin üzerinde bir zamanlar şu güzel yazılı kitabe var idi:
Ebu’l-Fetih Sultan Mehmed Han aleyhir’r-rahmetu ve’l-gufran hazretlerinin maiyetinde bulunan ve “ni‘mel’e-ceyş zalike’l-ceyş” mediha-i nebeviyesine mazhar olan zevattan olup bu mahalde nüş u şehdabe-i şehidat eden Onsekiz Sekbanlar’ın ervah-ı şerifisi için el Fatiha. Sene 857.
Sayın Başkan!
Şimdi bu kitabe, duvarın
kenarına kırılmış olarak atılı bir vaziyette durmaktadır. Yine Sekbanlar
Kethüdası Hızıroğlu Hamza’nın canım kabrini bakımsızlıktan otlar bürümüş ise de
tüm haşmetiyle orada kendine ilgi gösterecek evlatlarının yolunu gözlemektedir.
Diğer sekbanların kitabeleri olmadığından (veya kalmadığından) isimleri belli
değildir.
Bakınız, Behçet Kemal Çağlar yıllar önce neler
yazmış:
Surdan ilk içeri giren, güzel İstanbul’a yalın kılıncı elinde ilk ayak basan, sonra da sokak muhaberelerinde şehid düşen sekbanlardan onsekizi, gece olur olmaz bir münasip yere getirilip gömülmüş. Sekbanbaşı Hamza’nın kumandasında sipere yatmış gibi asırlardır Türk İstanbul’u bekleyen bu ölülerin etrafına bir doğru dürüst duvar çekmeği bile son zamanlarda ihmal etmişiz. II. Mahmud’un tamirinden kalan levha, mezar taşlarının kırıntıları ile beraber mezar otlarına gömülü duruyor. “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” diye sayın kurullara söz atsak pek mi kızarlar bilmem. “Efendim biz tarihin katiyetleriyle meşgulüz. Öyle masallarla oyalanmağa vaktimiz yok” diye kestirip atmasınlar sakın. Bu fetih, destanlaştırılacak, masallaştırılacak, halk düşüncelerine yön verecek kadar büyük bir olaydır. İstanbul uğruna ilk şehidleri temsil eden o 18 yiğidin hatırasına saygıların en büyüğünü göstermek boynumuzun borcu değil midir?
Sayın Başkan!
Girişinde 'Sunuş’unuz olan,
Süheyl Ünver’in İstanbul Risaleleri adlı eserinin 5. cildinde yer alan
İstanbul, Mutlu Askerleri ve Şehit Olanlar adlı 29 risalede fevkalade nâfi
malumat bulunmaktadır, hatta cildin sonunda hazirenin eski halini gösterir
fotoğraflar da yer almaktadır. Bu fotoğrafları ve verilen bilgileri tedkik
edecek olursanız, bu yiğitlerin kabirlerinin nasıl olup da yıllardır kendi
haline bırakıldığına siz de benim gibi şaşırıp kalacaksınız. Ne gariptir ki o
fotoğraflardaki manzara, şimdikine nazaran çok daha iyi durumdadır.
İstanbul’un şehremini olmak hasiyetiyle,
lütfen komşularınızdan ilgi ve alâkalarınızı esirgemeyiniz ve onlara karşı
vazifelerinizi yerine getiriniz. Aksi takdirde, İstanbul’un kimliğini, tarihî
ve kültürel dokusunu korumak konusunda yaptığınız ve yapacağınız hizmetler
inandırıcılığını yitirecek ve tarih sizi, birçokları gibi, komşularını ihmal
etmiş bir şehremîni olarak anacaktır.
İhmalinizi halk unutursa, sizi temin
ederim ki bu ihmali 18 Sekbanlar unutmaz.
Zamanında, 18 Sekbanların (Seğmenler de
denir) kabirleri, gelişigüzel bir biçimde, daha da önemlisi Müslüman
mezarlığına yakışmayan ve devrinin ruhuna münasip olmayan bir tarzda inşa
edilmişti. Süheyl Ünver, mezkur kitabında bu duruma dikkat çekmekte, halkın bu
modern mezarlara rağbetinin azaldığını söylemektedir. Mümkünse bu tarihi hatayı
da tamir ve telafi ederek 18 Sekbanlar Şehitliği’ne el uzatınız ve hem orayı
mezbelelikten kurtarmak hem de asliyetini iade etmek suretiyle komşularınızın
mağduriyetine son veriniz.
Meşguliyetinizin çokluğunu, buna mukabil
imkânlarınızın kıtlığını mazeret olarak öne sürebilirsiniz. Fakat 18 Sekbanlar
Şehitliği’nin hakettiği manzaraya kavuşması, ziyaret ettiğiniz takdirde
görebileceğiniz gibi büyük maddî masraflar gerektirmemektedir. Binlerce sokağı
temizleyen belediye görevlilerinin, küçücük bir arsayı, hem de hemen yanı
başımızdaki bir mahalli, içki şişelerinden ve çöplerden temizlemesi zor bir iş
midir? Duvarlarının aslına uygun olarak inşa edilmesi, yerlerde sürünen
kitabesinin tamir edilerek yerine konması ve bazı şahsi gayretlerle şehitliğin
girişine yerleştirilmiş tabelanın yenisiyle değiştirilmesi için büyük paralar
mı gerekir?
Sekbanlar Kethüdası Hızıroğlu Hamza’nın
kabrinin temizlenmesi, yanlarında yatan yiğitlerin mezarlarının düzenlenip
ıslah edilmesi, yabani otların ayıklanması, ağaçların bakım altına alınması ve
birkaç çiçek dikilmesi için kaç kişiye kaç kuruşa ihtiyaç vardır?
Bütün bu
işler için ne çok zamana, ne de çok paraya ihtiyaç bulunmaktadır, bilakis biraz
alâka, biraz hürmet, biraz sevgi...
18 Sekbanlar Şehitliği’nin ihtiyacı işte
bundan ibarettir!
Sayın Başkan!
İstanbul’un fethedildiği tarihi,
Miladi 1453 olarak ezberlemiş olanlar, bu tür işlerin ehemmiyetini
takdir etmekte zorlanacaklar, hatta büyük icraatlar dururken, böylesine fuzuli
işlerle meşgul olmayı abesle iştigal olarak değerlendirecekler. İstanbul’un
fethedildiği Hicri tarihi bilenler, İstanbul’a Hicret’in zaviyesinden
bakabilenler ancak İstanbul’un tarihini İstanbul’da yaşayan tarihin kıymetini
takdir edebilirler ve ancak onlar, bir zamanlar İstanbul’un her karış
toprağında rastlanan kabirlerin üzerlerinde yazılı olan Hicri tarihin ne
anlama geldiğini bizlere söyleyebilirler. Maalesef bugün çoğumuz, İstanbul’un
fethedildiği Hicri tarihi bilmemekte, mezar taşlarının üzerindeki
hurufatı da okuyamamaktayız. Himmetinizi esirgemez ve 18 Sekbanlar
Şehitliği’nin kitabesini eski yerine yerleştirirseniz, kitabenin üzerindeki
yazının bugünkü harflerle de yazılmasını sağlayabilirsiniz. Belki o zaman, bugünün
İstanbulluları, eski İstanbul’un her tarafının o Hicri tarihinin
nakşedildiği mezartaşlarıyla meşbu olduğunu idrak edecekler ve işte o zaman,
her adım başında o tarihin kazandığı alametleri görebileceklerdi.
Sayın Başkan!
Bu mektubumda size İstanbul’daki
sebillerden söz etmek ve şu anda bir tek sebilin bile faaliyette olmadığını
hatırlatmak niyetindeydim. Ne var ki 18 Sekbanlar meselesi, bu arzumu
gerçekleştirmeme mâni oldu ve bu sefer bu konuyu gündeme getirmek imkânı
bulamadım. Ancak bu kadarını söyleyeyim ki bizim nesillerimiz sebil ile çeşme
arasındaki farkı bilmeden öğrenmeden, öğrenme imkânı bulamadan büyüyor. Nitekim
çevrenizdekilere sebil ile çeşme arasındaki farkın ne olduğunu
sorduğunuzda, aldığınız cevaplar, size kültür seviyemizin ne denli düşük bir
mertebeye çakılıp kaldığını bilfiil isbat edecektir. Ben de çevremdekilere aynı
suali yöneltip ikisi arasındaki farkı izah etmeye çalışıyorum ve fakat kimseye,
faaliyet halinde olan bir tek sebili bile misal sadedinde gösteremiyorum.
Lütfen İstanbul’da bir iki tane sebili faaliyete geçiriniz ve bu sebiller
beldesinin, içine düştüğü bu ayıptan, bu acınacak durumdan kurtulmasını
sağlayınız.
Sayın Başkan!
Sadece iyi niyetinizin değil, bu
konulardaki hassasiyet ve dirayetinizin de netice vereceğine inanan bir
hemşehriniz olarak, sizden maruzatıma icabet buyurmanızı istirham ediyorum.
Saygılarımla.
KAYNAK: Dücane Cündioğlu, İstanbul Şehremini Sayın Tayyib Erdoğan’a 'Onsekiz Sekbanlar' Adına Açık Mektup, "Selâm", 17-18 Ağustos
1997

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder