31 Mayıs 2009
İstanbul’un fethini kutlama ve/veya etkinlik adı altında bir festival tantana’sına,
bir lunapark gürültü’süne, bir
lümpen vâveylâ’sına dönüştüren
politik dilin seviyesini gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi hâlâ?
Kutlama diye diye çıkartılan bu gürültünün
amacı ve faydası nedir?
Kut’lanan ve kut’sanan nedir?
Kut ve/veya kutsallık bu tantananın neresinde?
Güya sinsi sinsi faaliyet gösteren Bizans
ekolüne (!) karşı bu toprakların harcındaki en güçlü unsuru, yani
İslâm’ı/İslâmî değerleri mi vurgulamak istiyoruz?
Manevî değerlerle aramızı açmak isteyen
kötücül güçlere mesaj vermek amacıyla, ele güne nisbet, dinimize, bu dinin bu
millete bahşettiği cihad ve fetih ruhuna bağlılığımızı haykırdığımızı mı
düşünüyoruz?
Halkımızın ve bilhassa gençlerimizin, üzerinde
yaşadıkları topraklara aidiyet ve mensubiyet duygularının böylesi etkinlikler
aracılığıyla güçlendirilmesi gerektiğine, zira en küçük bir gaflet hâlinde,
ecdadımızdan tevarüs ettiğimiz bu mirasın ayaklarımızın altından kayıp
gideceğine mi inanıyoruz?
Eğer hakikaten böyle isteniyor, düşünülüyor ve
inanılıyorsa, ki en ciddi yorumlar bu düzeyden yukarıya çıkmıyor, bu istek,
düşünce ve inanç en kısa zamanda tashih edilmeli, bu fıkaralık bu vesileyle
ciddi ciddi gözden geçirilmelidir. Çünkü bizatihi bu gürültünün kendisi, o
meftunu olduğumuz İslâm’ın nezahet, nezaket ve zerafeti ile hiç bağdaşmıyor.
Üstelik müslüman irfanının kendini ifade etme (görünür kılma) tarzıyla da
çatışıyor.
Gerçekte bu kutlamaların hiçbir dinî niteliği
yok. Burası tartışılmayacak denli açık. Kültürel
ve insanî bir mesaj ve kaygı taşımadığı da etkinlik biçiminden anlaşılıyor.
Kutlamaların konusu da, üslûb ve tarzı da, amaçları
da siyasî niteliklidir. Bu da tabii. Çünkü fetih en nihayet siyasî ve askerî
bir başarının adı. Hatta dinî çerçevesi ve ilhamı olan bir başarının markası.
İyi, güzel, hoş da niçin Feth’in sonuçları
üzerinde durulmaz? Yani en son tahlilde fethettik de n’oldu, sorusunun hakkı
verilmez?
İstanbul’u ne hâldeyken aldığımızı, nasıl ve
ne surette yaşattığımızı ve son yetmiş-seksen sene içinde şu canım beldeyi ne
hâle getirdiğimizi niçin adam gibi müzakereye açmayız da bu şehri nasıl ve ne
zaman fethettiğimizi davul zurnayla kutlamayı marifet sayarız?
Suçu üzerlerine attıklarımızdan farklı olan
hangi tarafımız var?
Ben şahsen memleket insanının zihninde İstanbul
algısının bu denli siyasallaşmasını, bu denli siyasî ve askerî renklere
boyanmasını tasvib etmiyorum.
Bu aculluğun bir dünya baş-kentine
yakışmadığına inanıyorum.
Gökkafes rezaletinin altında İstanbul’un siluetini
bozan bu hilkat garibesini tel’in etmeden —hem de 2000’li yıllarda— İstanbul’un
fethinin davul-zurnayla kutlanmasına hakikaten bir mânâ veremiyorum.
Kaynağını herkesin bildiği bu üslub ve tarzın
belki bir taktik değeri vardır, hiç değilse bir zamanlar vardı, ve fakat artık
ittihatçılardan kalma ajitatif tekniklerden vazgeçilmeli. Böylesi ucuz taktiklerin ardında hiçbir
stratejik derinlik izinin bulunmadığı görülmeli.
İslâm irfanı, sadece canlılara değil, taşa
toprağa da hürmet etmeyi emreder. Oysa biz İstanbul’u diri diri betona gömdük. Hem
de başaşağı.
Hâlimiz ortada, İstanbul’u bizden sonrakilere,
bize bırakıldığı gibi bırakmıyoruz. İstanbul’a özgü bir irfanı ifade ve temsil
etmeyi başaramadık, hakkıyla tecrübe bile etmedik.
Şehrin her tarafına bayraklar dikmeyi vatan
sevgisinin, minare hoparlörlerini sonuna kadar açıp sokak ortasında Tanrı’ya
kurban sunmayı din sevgisinin tezahürü gibi görüyoruz ama İslâm irfanının bize
öğrettiği nezahet ve zerafetin ne denli uzağına düştüğümüzü farketmiyoruz bile.
Fetih, açmak demektir, bir şehri SON DİN’in
irfanına açmak, şehri ve şehrin ahalisini o irfanın alâmeti olan adalet ve
merhamet kanatlarıyla kucaklamak demektir. Sessizce ve tevazuyla, şamata
yapmadan, tantana çıkarmadan, vaveylâya iltifat etmeden, sükûnetle, hürmetle,
şefkat ve rikkatle.
Mülk kökünden türeyen memleket sözcüğündeki sürekliliğin idrakiyle. Sürekliliğin, yani devam ve idame’nin, beka’nın
değil.
İstenirse, istenildiği kadar örnek
verebilirim. Lâkin sadece bir örnek vermekle yetineceğim.
Doğup büyüdüğüm
beldeden.
Üsküdar’dan.
Fethi, yani o Ulu Rüya’yı seyredenlerin şehrinden.
Sinan camileri içinde en şirini Üsküdar’dadır.
Şemsi Paşa Camii.
Nâm-ı diğer, Kuşkonmaz Camii.
Benim camii’m.
Çevresi tam bir mezbelelik. İğrenç bir hâlde.
O cânım cami ve kütüphanenin çevresini önce bir kaç masa ve sandalye ile yavaş
yavaş çevirdiler, en sonunda el koyup işgal ettiler. Öyle ki sonuna kadar
açılmış hoparlörlerden yayılan arabesk gürültü hem boğazı, hem de o küçücük
cami ve kütüphanenin duvarlarını sürekli kirletir de kirletir. Her görüşümde
içim sızlar. Görmekten, tanık olmaktan bile utanırım.
Nerede?
Üsküdar’ın ortasında.
İstanbul’un
göbeğinde.
İstanbul’un fethini kutlayanlar arasında böyleleri
de var.
Kutlamasınlar da ne yapsınlar?
Mübarek bir fetih, mülevves bir işgale
dönüşmüş durumda.
Çaresizim, fetihten sonra hicret etmenin
yasaklanmış olduğunu biliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder