18 Eylül 2004
Düşünme, doğası gereği karmaşık olan'dan (=bizden) yalın olan'a (=bene) doğru yol alır. Yalın olanı, yani
beni/benliği bütün yalınlığı içinde kavramak, düşünme dairesinin başlangıç
noktasında değil, aksine bitiş noktasında gerçekleşir. Çünkü düşünme’nin
hareketi daireseldir.
Düşünme hep başladığı noktaya geri döner,
dönmelidir de. Düşünme doğası gereği döner, dönmek düşünmenin doğasında vardır
da ondan döner.
Düşünen benin
yalınlığı kimseyi aldatmasın! O yalınlığını ve biricikliğini ancak çokluğun
içinde, karmaşık olanın içinde, karmaşanın içinde, kısacası bizin içinde farkedebilir.
Kişinin kendisi, dairenin merkez noktasında
değil, bitiş noktasında durur, yola bizden
düşer, hep bizi izler ve en nihayet bene ulaşır. Ötesi yoktur; benden sonra yeniden biz gelir, ben tekrar bize gelir. Ben ister istemez yine bizin içinde hareket eder, lâkin bu
sefer ben, bizin içinde kendisini farketmiş olarak ve sadece kendisi için
hareket eder.
Acaba bir muamma ile mi karşı karşıyayız?
Öyle ya, dairenin bitiş noktası aslında
başlangıç noktası da değil midir?
Elbette, dairenin başlangıç noktasıyla bitiş
noktası aynıdır. Dönüş hep aynı noktadan başlar, aynı noktada sona erer; zira
hareketin istikameti, dairenin özü tarafından belirlenmiştir.
Biraz açalım:
Klasik Fizik’te hareket, istikameti itibariyle
ikiye ayrılırdı:
a) doğrusal hareket (hareket-i müstakime)
b) dairesel hareket (hareket-i müstedîre)
Doğa’da nesnelerin hareketi doğrusaldı ve bu nedenle oluş-bozuluş
içinde bir görünüp bir kayboluyorlardı; yani nesneler göründüklerinde varolmuş,
kaybolduklarında ise yokolmuş sayılıyorlardı.
Varolan hiçbir şeyin yok, yokolan hiçbir
şeyin ise var olamayacağı bilindiğine göre, oluş-bozuluş düzeneğinde,
diğer bir deyişle doğrusal hareket sırasında varlık da, yokluk da bir tek
kelimeyle izafî idi, izafiyet
içindeydi. Subutiyet yoktu. Yerkürenin hareket yasası değişim ve dönüşümdü.
Herşey oluş ve bozuluş içindeydi. Süreklilik bakılanda değil, bakanda gerçeklik
kazanan bir sanıydı sadece.
Buna karşın gökkürenin hareketi daireseldi ve
bu nedenle oluş-bozuluş düzeneği onun için geçerli değildi. Doğrusal hareketle,
yani oluş ve bozuluşa tâbi nesnelerle Fizik İlmi (İlm-i Tabiî), dairesel
hareketle, yani oluş ve bozuluşa tâbi olmayan nesnelerle Matematik (İlm-i
Riyazî) meşgul oluyordu.
Kudema, hareketin dört kategoride
gerçekleştiğini kabul ediyor ve nicelikte hareket'e artma-eksilme, nitelikte hareket'e değişim-dönüşüm, mekânda
hareket'e intikal-yer değiştirme adı veriyorlar ve durumda hareket'e de
bir topacın hareketi gibi gökkürenin bir noktanın içindeki (!) dönüşünü misâl
olarak gösteriyorlardı.
Açarken, elimizde olmaksızın açılıyoruz. Lâkin
açılım açmanın değil, açılmanın sonucu. O hâlde kendimizi dalgaların itkisine
salmaktan, düşüncenin dalgaları aracılığıyla olsun kendimize doğru itilmekten
niçin kaçınalım?
Sadede gelirsek, aklın hareketi de dairesel ve doğrusal olmak üzere iki yönlüdür, diyebiliriz. Nitekim düşünmenin
iki istikametinden biri olan tümdengelim (dedüksiyon) dairesel, buna
mukabil tümevarım (indüksiyon) ise doğrusaldır.
Aklın nesnelere yürüyüşü bitmez, nesneler
hakkındaki bilgisi tüme varmak sanısıyla yola çıkar ama bir türlü tüme varamaz.
Amelî düşünme bu nedenle tümevarımı kullanmak zorundadır. Buna karşın nazarî
düşünmede akıl tümdengelimle hareket eder, aksiyomatiktir, kesindir, başladığı
yere dönmek zorundadır, dönemeyeceğini bilirse başlayamaz.
Sözün özü, biz, düşünme dediğimiz
zaman, amelî düşünme’yi değil, nazarî düşünme’yi kastediyoruz. Buna mukabil,
kendi peşine takılan benin, yola bizden düşmek zorunda kalışını ise
nazarî düşünme’nin kendi doğasıyla açıklıyoruz.
Hâl bu ise, önümüzde cevabını arayan iki soru
var demektir:
1) Biz kimiz?
2) Ben kimim?
İlk sorunun cevabı bulunmadıkça, ikinci
sorunun cevabı bulunabilir mi?
Aslâ!
Düşünme kendi toprağına ihanet edemez. Ben bizini bulmadıkça yola çıkamaz!
Ben benliğini bulmak için yola bizden
çıkar, benini bulunca bizini bir süreliğine terkeder. Bize döndüğünde ise, artık benini farketmiş olarak bizin içindeki yerini alır. Zahir’den
başlar, bâtın’a ulaşır. Ancak bâtın’da öylece kalmayı tercih etmeyip terki
terkeder de ister istemez zahir’e geri döner.
Kısacası artık kalıbı bizde, kalbi ise bendedir.
Belki kalıbı biz içinde yaşar ama her
hâlukârda kalbi ben için yaşar.
Peki daireyi tamamlamak, o biz içindeki beni bulmak kolay mı?
Cevap için acele etmeyelim de şimdilik
nağmesini bir kenara bırakıp şiirin sesine kulak verelim:
Aşk ehline âlemde dilârâ mı bulunmaz
Âşık isen ey dil, sana Leylâ mı bulunmaz
Harcetme sesin feryad edib çemende
Bülbül-i şeyda, sana bir gül-i rânâ mı bulunmaz
Görüyorsunuz değil mi, biz için koşturanlar nasıl da seslerini feryad u figân ile çemende
harcediyorlar. Oysa biz içinde benleri için ter dökseler, uğruna
şakıyacakları gül-i rânânın hemen yanıbaşlarında bulunduğunu görmeleri işten
bile olmayacak.
Düşlemeye gör ey talib, bir kere olsun kendi
peşinden koşmayı denesen, ah bir denesen, inan, bu dünya cangılında değil bulman,
olman bile kabil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder