29-30 Eylül 2007
Önümüze getirilen meseleler hakkında sağlam hükümler verebilecek güçten yoksunken sırf Platon’un ve Aristo’nun ispatlarını okumakla filozof olmayız, zira o takdirde hikâye (historias) tahsil etmiş oluruz, ilim (scientias) değil.
Vefatının üzerinden yarım asır geçtikten sonra yayımlanan, sonradan Fransızca’ya çevrilen Regulæ ad directionem ingenii adlı risalesinde, Descartes (öl. 1650) işte aynen böyle diyordu.
Metinde geçen historias kelimesi, aynen tarih diye Türkçeleştirilseydi, belki çok büyük bir anlam kaybı olmazdı ama ifadenin
vurgusundaki tonlama da ciddi ölçüde zayıflardı. Bu karşılığı tercih etmemin
sebeplerinden biri de Osmanlı âlimlerinden Mehmed Akkirmanî’nin (öl. 1760) açıklamaları.
Osmanlı medreselerinde teorik felsefe (hikmet-i nazariye) derslerinde okutulan bir metni,
18. yüzyılda —şerh ve haşiyeleriyle birlikte— Türkçe’ye çeviren bu değerli âlim,
felsefe’nin bir ilim olmak haysiyetiyle üç ayrı anlama gelebileceğine işaret
ettikten sonra şu açıklamayı yapar:
Lâkin muteber olan bu üç mânâdan herbirinde delilden hasıl olmak gerektir ki ilim olup sahibine âlim denile; ve illâ, hikâye ve sahibine hâkî denilir.
250 yıl öncesinin Türkçesiyle yazılmış bu
pasajın —daha sade bir ifadeyle— anlamı şu:
Hangi düzeyde olursa olsun felsefî bilgi, her
şeyden önce kanıta dayanmalı, bir şeyi bilen onu bizzat ve kanıtlarıyla bilmelidir.
Ancak bu takdirde o bilgiye ilim,
sahibine de âlim adı verilebilir, yoksa kanıta dayanmadan, oradan buradan okunup ezberlenen, tekrarlanan
bilgi’ye ilim değil, hikâye, sahibine de âlim değil, hikâyeci denilir.
Burada hikâye’den kastedilen ne?
Pek tabii ki bu bağlamda rivayet, kıyl-u-kal,
o dedi bu dedi, dedikodu, vs.
Bilmek, hiç kuşkusuz bir fikri temsil eden
lafızları bellemek veya belleğin hacmini şişirmek demek değildir. Dedikoduculuk
yapmakla, ezbere hükümler vermekle, ilim, hakikaten ne tahsil, ne de ifade edilebilir.
Oradan buradan hazmedilmemiş bilgiler derlemekle, bu malumâtı başkalarına
hikâye etmekle belki caka satılabilir, alkışlar veya ünvanlar alınabilir, hatta
bilimadamı, akademisyen, vs. bile olunabilir ve fakat kesinlikle ilim sahibi
olunamaz.
Okumak, ve okunanı anlamak.
Anlamak, ve anlaşılanı düşünmek.
Düşünmek, ve düşünüleni güçlü bir ifadenin ya da iddianın konusu hâline getirmek.
Bu işlem zincirini hakkını vermek suretiyle
gerçekleştirmek, pek öyle zannedildiği kadar kolay değildir. Ne ki Türk düşünce
hayatı böylesi kolaycılıklarla şekilleniyor, üstelik alelacele oradan buradan
devşirdikleri hurde malumat ile meslektaşlarına caka satmayı marifet bilen
uzmanlar (!) öncülüğünde...
Caka satmak, kabul edelim ki, Türkiye’de işe
yarıyor ve kimi ciddi araştırmacılar bile bu hâlet-i ruhiyeden kendilerini
kurtaramıyorlar.
Biri kalkıp doktora tezinde Aristo’nun hareket tanımını
aktarıyor, üstelik Latincesiyle birlikte. Fakat ibareyi Latincesinden değil,
Fransızcasından Türkçe’ye çeviriyor:
Hareket, güçlü bir varlığın güçlü bir varlık olarak eylemidir.
Bu çeviri yanlış mı?
Ne münasebet, düpedüz
saçma.
Peki, araştırmacı niçin Latincesini zikrediyor?
Caka satmak için.
Sonra
bir başka araştırmacı bu hatalı çeviriyi araklıyor.
Niçin?
O da caka satmak
için.
Sonra bir başkası da aynı ibareyi yine
Fransızcasından çeviriyor.
Bakınız nasıl?
Devinim, edimsel olarak edimsel varlığın edimidir.
Bu metin sadece yanlış ve saçma değil, aynı
zamanda cakalı!
Şimdi size bir de kısmen makbul tercüme!
İstikameti Yunanca’dan İngilizce’ye, oradan da Türkçe’ye:
Hareket, kuvve olmak bakımından bir kuvvenin fiil olarak tamamına ermesidir.
Bu çeviri nisbeten doğru ama ne yazık ki
anlaşılması güç, bu nedenle şerhedilmeye ihtiyacı var.
En iyisi Aristo’nun aslına gidelim ve doğrudan
Yunanca’dan yapılmış başka bir çeviriye bakalım:
Her bir cinste etkinlik halinde olan ile olanak halinde olan şey ayrıldıkta, olanak halinde olan şeyin aslında böyle bir şey olduğu için kendini tamamlaması, gerçekleşmesi, devinim işte bu!
İşte Aristo’nun hareket tanımının farklı
çevirileri, ihtisası olanlar uğraşsınlar, daha doğru ve daha anlaşılır bir
çeviri için gayret göstersinler.
Bu da en nihayet saha dışındakileri
ilgilendirmeyen bir mesele.
Lâkin sorun şurada: Ya bazı hikâyeciler, sırf caka satmak uğruna bu türden lafazanlıkları ilim diye, yorum diye çoğaltmayı marifet bilirlerse?
Çağdaş Türk Düşüncesi’nin teşekkülündeki en
önemli engel, ciddiyet yoksunluğudur.
Sorun birikimsizlik, yetersizlik değil, düpedüz ciddiyetsizliktir.
Sorun birikimsizlik, yetersizlik değil, düpedüz ciddiyetsizliktir.
Yukarıda ilim (scientias) ile hikâye (historias) arasındaki derin fark üzerinde durmuş ve bu farkı bir misâlle
tebarüz ettirmeye çalışacağımızı vaad etmiştik.
Bu misâlleri, Kayahan Özgül’ün, okunduğu
takdirde zengin hikâyeler (!) bulmakta hiç zorlanılmayacak bir çalışmasından
temin edeceğiz:
Divan Yolu’ndan Pera’ya Selâmetle/Modern Türk Şiirine Doğru
(Ankara, 2006)
Sayın Özgül,
şöyle diyor:
Gelenekli Osmanlı şairi için, şiir söylemek bir meslek değil; iyi bir meslek edinmek, mevkiini renklendirmek ve zenginleştirmek yahut kudretli bir hâmî edinmek için vesiledir. Makam sahiplerine kasîde, hatta dîvan, mesnevî gibi bir eser takdimini caize ve atıyeler; ev, at, meslek, mansıb ihsanı için bir arzıhâl gibi kullanmak, Osmanlı şairinin gelenekli za’fı ve şiirle, sanatkârlıkla telifi zor gibi görünen yanıdır. (s. 101)
Bu irice yargıların doğruluğunu/yanlışlığını
tartışmak niyetinde değiliz. Doğrusu, bu bizim işimiz de değil. En nihayet
yazarın şahsî kanaati böyle, üstelik kendince yargısını destekleyecek birçok
delili de var. Lâkin Osmanlı şiir ve şairlerinden söz edilirken birdenbire
şöyle bir cümleyle karşılaşınca, insanın, Aristo da şimdi nereden
çıktı, diyesi geliyor:
Aristotelesçi nedensellik, ‘motus est actus entis in potentia, prout in potentia est’ (Hareket, güçlü bir varlığın güçlü bir varlık olarak eylemidir) cümlesinde toparlanabilir. (s. 102)
Aristotelesçi nedenselliğin hareket (κίνησις) tanımında nasıl olup da toparlanabildiğini boş verelim; tanımın Latincesindeki gösterişin hatalı Türkçe çevirideki pespayeliği ve saçmalığı gizleyememiş olmasına da aldırmayalım, yazar ne demeye çalışıyor, şimdilik sadece onu anlamakla yetinelim:
Aristoteles’in nedenselliği beş ilkeye bağlanır ki Régnon’un meşhur örneği üzerinden tekrarlayayım:
Bu nedir? Bir heykel (şeklî sebep)
Malzemesi nedir? Mermer (maddî sebep)
Neyi temsil ediyor? Apollon’u (timsalî sebep)
Kim yaptı? Polycletus (fiilî sebep)
Niçin yaptı? Altın bir armağan kazanmak için (nihaî sebep). (s. 102-103)
Gördünüz mü şimdi de birdenbire karşımıza Régnon çıkıverdi.
Olsun, biz yine sükûnetimizi muhafaza edelim, ne Aristo’nun 4’lü tasnifinin bir rahip tarafından 5’e çıkarılmasını umursayalım, ne de sûrî (formalle), fâil (efficiente), gâî (finale) sebeplerin şeklî, fiilî, nihaî gibi hem yanlış, hem komik bir biçimde karşılanmasını.
Eeee demek hakkımız.
Biz de hemen diyoruz: Eeee?
Biz de hemen diyoruz: Eeee?
Cevap gecikmiyor:
Aynı örnek heykel yerine kasîdeye uygulandığında da benzer bir sonuç çıkacaktır, özellikle de nihaî sebep noktasında...
Yani?
Yanisi şu:
Osmanlı şairlerinin şiir yazmalarının nihaî sebebi (!), daha doğru bir deyişle nihâî gayeleri, akçe kazanmaktan ibaretti.
Hepsi bu kadar mı?
Hayır! Yazar, caka satmaya devam ediyor; bakınız, hem de nasıl?
Hâlbuki Descartes’ten sonra, sadece ‘kim’ sorusunun cevaplandırılarak fiilî sebebin belirlenmesi kâfî gelmeye başlayacak; yavaş yavaş ‘niçin’in yerini de ‘nasıl’ alacaktır. Klâsik sanatın soruları, yerini modern sanatın meraklarına bırakmakta iken, —aynı sebeple ve eş bir hızda olmasa da— benzer bir değişim Osmanlı şiirinde de yaşanmaya başladığı hissedilir. (s. 102-103)
Aristoteles, sonra Régnon, ve en nihayet Descartes.
Bu ilmî temelden yoksun büyük lâfların hepsi
de gerçekte birer safsatadan ibaret. Bu safsataları savunmaksa yazarın
salâhiyeti dışında.
Kendileri anlamadıkları, bilmedikleri, derinleşme imkânı bulamadıkları konularda atıp tutmakla yetinmemişler, sırf caka satacağım diye yukarıdaki lâf yığınını tırtıkladıkları kaynağın adını bile zikretmekten kaçınmışlar.
Kendileri anlamadıkları, bilmedikleri, derinleşme imkânı bulamadıkları konularda atıp tutmakla yetinmemişler, sırf caka satacağım diye yukarıdaki lâf yığınını tırtıkladıkları kaynağın adını bile zikretmekten kaçınmışlar.
Gizlenen kaynak, Afşar Timuçin’in Descartes/Descartes’cı Bilgi Kuramının Temellendirilişi adlı eseri. (s. 141-142, İstanbul, 1976)
Yukarıdaki satırlar kelime-be-kelime bu kitaptan alınmış ve yazar, Timuçin’in biçimsel, maddesel, örneksel, etkin, sonuçsal nedenlerini, bir çırpıda şeklî, maddî, temsilî, fiilî, nihâî sebeplere dönüştürmekle kalmamış, bu yetersiz ve başarısız çalışmanın ihtiva ettiği fahiş hataları, yanlış çevirileri, mesnedsiz ve naif yorumları ithal suretiyle bozdurup bozdurup kullanmış.
Hikâyenin ve hikâyecilerin bu denli bol olduğu
bir ülke düşünme’yi ve düşünce’yi neylesin, birazını kırp, birazını süsleyip
değiştir ve böylelikle izini kaybet, sonra da bir yığın palavrayı Osmanlı şiir
serüveninin içine analiz suretinde boca et!
Çare yok, ıstırap düşüncenin yazgısıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder