3 Eylül 2005
İnsan, özü gereği bilmek ister.
Bu nedenledir ki düşünce tarihi, insanın bilme çabalarının tarihidir.
Her defasında yükseğe,
daha yükseğe, en yükseğe çıkmayı taleb eden insan ruhu, yukarıya çıkarken
adımladığı her basamağı ister istemez düşünme sürecinin menzillerinden biri
olarak kabul etmiş, düşünmeyi varlığının teminatı olarak görmekten kendisini
alamamıştır, zira düşündüğü/düşünebildiği takdirde ancak varolduğunu duyumsamıştır.
Düşünen canlının yazgısı da bu işte!
İnsan
varolduğunu (akletmek anlamında) düşünemez, sadece duyumsar (hisseder).
Varoluşunu bilmesi düşünme değil, duyumsama aracılığıyladır. Var veya varlık
kavramlarını düşünen/düşünebilen insan, varoluşunu düşünemez, aksine anlar ve
duyumsar, ben'in varlığı kendisini akla değil, duyulara ve duygulara teslim
ettiği içindir ki düşünen insan kendisinden gayrını dolaylı olarak bilirken,
kendisini (aynını) dolayımsız olarak bilir.
Ruhun yukarı, hep daha yukarı çıkma yolundaki
çabaları, her defasında basît'e, daha basît'e, en basîte ulaşmak isteğinin bir
sonucu. Nitekim yukarı ifadesi, düşünme sözkonusu oldukda, basît anlamına gelir, daha yukarı ifadesi daha basît, dolayısıyla en
yukarı ifadesi de en basît anlamına...
Dilerseniz, yukarı sözcüğünün yerine derin sözcüğünü kullanabilirsiniz, derine... daha derine... en
derine...
Bu durumda —hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki— anlam değişmez, amaç
yine basît olanı kavramaktır, basît olan ister yükseklerde, isterse derinlerde
tasavvur edilsin, hiç farketmez. Uzakta olan, ulaşılmak istenen hep basît
olandır.
Düşünmenin elinde değildir, hakkı verilince
zorunlu olarak basît olanı taleb eder, her defasında daha basît
olanı, mümkünse en basît olanı kavramaya çalışır.
Düşünme acemîlerinin anlamadığı taraf da burası.
Onlar karmaşık olanın daha derin olduğunu zannederler, kavramlar
karmaşıklaştıkça, yargılar çeşitlendikçe, düşünmenin nesneleri çoğaldıkça her
nedense yükseleceklerine inanırlar. Bu yüzden de karmaşıklığın,
çeşitliliğin, çokluğun içine gömülmeyi önemseyip sözü çoğaltmayı marifet
bilirler.
Oysa sığlık, insan zihnine kendisini karmaşık bir surette sunar.
Zihin, nesnelerini, önce çokluk (kesret) libâsıyla tanır; sonra onları
libâsından soymayı öğrenir. Öğrendikçe çokluk azalır, hatta düşünme'nin hakkı
verilirse en nihayet kesret vahdete dönüşüp yok olur.
Esasen bakılan'ın
çokluğu, çeşitliliği, karmaşıklığı bakıştadır, bakışın kendisinde(n)dir, bakan'ın ve bakış'ın acemiliği nisbetindedir. Acemilik ortadan kalkarsa,
bakılanlardaki çokluk, çeşitlilik ve karmaşıklık da ortadan kalkar. Sözgelimi
acemî nâzır önce elmaları görür; bir süre sonra bir elma'yı
görmeyi başarır, daha sonra zaman içinde bir'i görmeye başlar, en
nihayet ustalaşırsa birlik'i görmek saadetine de kavuşabilir.
Zannediliyor mu ki elma bahçelerinde hiçbir
elmayı görmeksizin sadece varlık'ı ve/veya birlik'i temaşa etmek
kolaylıkla başarılabilecek umurdandır?
Aslâ!
Basît olan çokluğun tam da aksine çırılçıplak
dolaşırken saklanır, onu açık/apaçık olarak, yani doğal haliyle görmek çaba
ister, emek ister, pek tabii ki bir de nasib ister.
Peki basît nedir?
Basît'i bilmeksizin
basît'i nasıl arayacağız, onu nerede ve nasıl bulacağız?
Keşke bir çırpıda tanımlayabilsek basît olanı.
Basît'i bilmek için mürekkeb'i, yani basît olmayanı da bilmek, tanımak
gerekiyor. Bir kavramı karşıtıyla bilmek, tâlibin elindeki en önemli imkân. Çünkü bilgi'yi karşıtlığın özünden devşirmektir bizim yazgımız.
Herşey zıddıyla münkeşif olur (açıklığa
kavuşur), diye boşuna dememiş büyüklerimiz. Açıklığa kavuşmak zıtlığı
tanımakla, zıtlığı tanımak ise zıtları bilmekle mümkün olduğuna göre, yola
zıtlardan düşeceğiz çaresiz.
Basît'i basitçe -tıpkı nokta gibi- cüzleri olmayan diye
tanımlamakla işin içinden çıkamıyoruz, zira bir kavramın veya nesnenin cüzleri
başka bir kavramın veya nesnenin cüzlerine nisbetle daha az olduğu takdirde, cüzleri az olan kavram basît olarak tanımlanabiliyor ki âlimlerimiz
işbu basît'i gerçek anlamıyla basît addetmeyip onun basitliğini izafî olarak adlandırırlar, yani basît-i izafî gerçekte basît olmayıp
nisbeten cüzleri daha az olana denir. Basit olan, yalın olandır. Parçasız. Unsursuz. Bütün. Tam.
Yalın olan bütün olandır. Nitekim Hegel ne güzel söyler:
Das Wahre ist das Ganze!
Yani, hakikat demek bütün demektir.
Basît'in yaygın anlamı, hakikatleri muhtelif
cüzlerden (cisimlerden) birleşmiş olmayan mânâsındaki basît-i örfîdir.
Üçüncü ve son anlamı ise, zâtında külliyet,
cüziyet ve eksik niteliklerden herhangibir cüze sahip olmayan mânâsında
kullanılan basît-i hakikîdir ki meselâ varlığı zorunlu olan (vacib'ul-vücud), akıl (ruh) veya nokta bu itibarla gerçek basît olarak kabul edilir.
Demek ki insan
zihni basît'e, daha basît'e, en basît'e çıkmaya çalışırken, aslında basît gibi
görünenlerden hareketle en sonunda gerçekten basît olan'a ulaşmaya çabalamış
oluyor.
Birleşik (mürekkeb) terimine gelince,
kısaca bu terim cüzleri olan demektir, basît-i izafî karşılığında
kullanılırsa, başka bir şeye nisbetle daha fazla cüz’e sahip olan, basit-i
örfî karşılığında kullanılırsa, hakikatleri muhtelif cüzlerden
(cisimlerden) birleşmiş olan anlamına gelir.
Bu anlamıyla birleşik, tam veya
eksik olabilir ki dileyenler dilediğince diledikleri açıklığın peşine
düşebilirler.
Ben kendim ise sadece düşebilirim, düşüremem!
Birleşik olanların (mürekkebâtın) dünyasında
birleşik olmanın bedelini ödemek zorundayız, üstelik seve seve ödemek
zorundayız. Çünkü hz. insan kemâlini bir tek çıkmakla değil, inmekle de
kazanıyor.
Çamura bulanmayanın arınmak için çabalamasının ne anlamı olabilir
ki?
Ey tâlib, unutma ki kirlenmemek kirden münezzeh
olanlara, arınmak ise yazgısı kirlenmek olanlara özgüdür.
Demek ki sen kirlenmemekle
değil, arınmakla mükellefsin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder