20 Ağustos 2005
Hakikat, peçesini toplulukların önünde açmaz.
Her tâlib-i hakikat, hakikati sadece bir yönüyle görebilir, bir seferde ancak
bir cihetten ona yaklaşabilir.
Sabretmeli, acele etmemeli, her bir taleb'e
karşılık ödenecek bedelin, taleb edilenin kıymeti miktarınca olduğu/olacağı
aslâ hatırdan çıkarılmamalıdır.
İlim, sahibini, hedefine adım adım yaklaştırır,
zira bilmek isteyen nefs, zamanla, zaman içinde ve her basamağı tek tek çıkmak
koşuluyla yol alabilir. Öğrenilmesi gerekenler, bilinmesi lâzım gelenler
çoktur.
Çokluk mertebeleri içinden geçip birlik'e ulaşmak süre ister, emek
ister, hepsinden önce nasib ister.
Ne var ki ilmin (bilme'nin)
ulaştıracağı hakikat menzilinin basamakları muayyen bir mertebeye kadardır.
Buna rağmen, bilen, bilmek aracılığıyla hakikat yolunun ancak bir kısmını ve
ister istemez uzun bir zaman sarfıyla katedebilir, dolayısıyla bilme (ilim)
makamlarını çıkmak suretiyle ulaşılabilecek mertebeye gelindikten sonra bu
sefer tanıma (irfan) makamlarının da çıkılması gerekir.
İrfan
makamlarını çıkmak için bilmek'ten yardım alınamaz, bilâkis tâlibe aşk gerekir. İnsan ancak gayret ile bilip bilgin (âlim), aşk ile tanıyıp bilge (ârif) olabilir, zira bilmek mertebesi azim ve gayret, tanımak
mertebesi ise aşk ve mehabbet ister.
Aceb, sadece aşk yardımıyla hakikat yolu katedilemez mi?
Biz bu suale olumlu bir cevap veremeyeceğiz.
Bilmeye ihtiyaç duymaksızın aşk ile yola düşenlerin çıkacağı mertebe de bir
yere kadardır ne yazık ki!
Sonrası için, ilk başta ihmal edilen vazifenin
yerine getirilmesi gerekir. Nitekim Niyazi Mısri hazretleri, ilmine irfan isteyen gelsin, demez boşu boşuna.
İlim ehli yavaş yavaş ve adım adım basamakları
çıkarken, aşk ehli kendince ve bir çırpıda maksuduna erer, tabiatıyla orada da
kalır. Bir misâl verecek olursak, ilim ehli otuz katlı
bir binanın yirmi katını adım adım ve basamak basamak çıkarken, aşk ehli bu yirmi katlık mesafeyi âdeta bir çırpıda (asansörle) çıkıverir.
Burada sorun şudur:
Geriye kalan son on kat nasıl çıkılacaktır?
İşte bu safhayı aşabilmek için, ilim ehline aşk
(duygu), aşk ehline ilim (düşünce) gerekir.
Aşk olmaksızın ilim, âlimi
bir yere kadar çıkarır, ilim olmaksızın aşk da âşıkı bir mertebeye kadar taşır.
Birincilerin yavaş yavaş, ikincilerin ise hızla çıkmaları arasında esasen fark
yoktur, zira yolun geriye kalan kısmı her iki tarikin yolcuları tarafından da
henüz katedilememiştir. Fakat âşık yanına ilmi aldığında ve âlim de aşk
libasını giydiğinde, âşık yavaşlarken, âlim hızlanacağından, aralarındaki
görece zaman farkı ister istemez ortadan kalkacaktır.
Birinin gördüğünü diğeri bilir (düşünce),
diğerinin bildiğini öbürü görür (duygu). Burası hakikat. Lâkin bilenler
ve görenler, bilinen'in görüleceğini, görülen'in de bilineceğini daha yolun
başındayken kabul etmek istemezler ve yetenekleriyle yetinirler. Öyle ki herkes
kendi elindekiyle sevinir ve diğerine acır.
Basamakları adım adım çıkanlar temkin zırhına büründükleri için övünürlerken, kendilerini bir çırpıda tepeye çıkmış
sananlar da cüret bâdesiyle kazandıkları hızın büyük bir başarı
olduğunu vehmederler.
Bilinen'in görülebileceği, görülen'in ise
bilinebileceği, hakikat yolunun sonuna erilmeksizin, yani tahkik vukû
bulmaksızın anlaşılmaz, bir tek lafı edilir, o kadar!
Hakikatin yolu tek kişiliktir.
Çünkü ister bilmek, isterse tanımak aracılığıyla olsun, her
tâlib, hakikat binasının basamaklarını tek başına ve adım adım çıkmak
zorundadır.
Hakikate topluca yürünülemez.
Çünkü bu yol, kendilerini, o adına dünya denilen yosmanın işvekârlığına kaptırmış
olan ve yalnız kalmaktan korkan sürülere tamamiyle kapalıdır. Nitekim
feylesofumuz İbn Sina der ki:
Hakk'ın huzuru, her isteyenin bir çırpıda kendisine ulaşabileceği bir eşik olmaktan münezzehtir, O'nun huzuruna tek tek ve ancak adım adım çıkılabilir.
Ne ilginç değil mi, el-İşârât ve't-Tenbihâtın
iki karşıt yorumcusu, mütekellimîn'den (teolog) Fahruddin er-Râzî ile hukema'dan (filozof) Nâsıruddin
et-Tûsî, bu ifadeyi, hakkın huzuruna vâsıl olanların sayıca çok az olmalarına bir işaret olarak kabul ediyorlar.
Elbette hakikat yolunda yürümenin bir bedeli ve
bir de mükâfatı vardır.
Bu yolda yürümenin bedeli, tâlibin yolun başındayken
kendini kaybetmesi, mükâfatı ise yolun sonunda kendini tekrar ve fakat bu sefer
farklı bir surette bulmasıdır.
Kişi yola kendinden çıkar ve sonunda
—varabilirse— yine kendine varır.
Hakikatini bulursa, Hakikat benim der ve fakat hakikati bulursa ben Hakikatim der.
Böylelikle ilkinde
hakikate sahip, ikincisindeyse aid olduğunu varsayar.
Acaba mertebe farkı mı, makam farkı mı tâlibin böyle düşünmesine neden olur?
Soru sormak için seçilenin cevap verme yetkisi
de, yetkesi de yok.
Şimdilik susmalı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder