2 Aralık 1998
Hiç
sormadım kimmiş bu çocuk diye. Araştırmadım neyin nesidir, kimin nesidir
diye. Mezarlıkları mesken edinmiş(miş), mezarlıklarda yatar, mezarlıklarda
uyur, mezardakilerle konuşurmuş. Üstü başı perişanmış, yırtık pabuçlarının
içinde ayakları donarmış, çoraplarını ellerine giyermiş ve fakat elleri de
donarmış. Servi altında oturur ve yine servilerin altında sohbet edermiş
babamla. Soğuk gecelerde birlikte üşürler, birlikte ağlarlar, birlikte
gülerlermiş.
Adını
hâlâ bilmem o mezarlıktaki garip gencin. Hikâyesi bana âilemden miras kaldı,
zira o âdeta hâne halkından biri gibiydi.
Birgün babam bu genci eve getirmiş, yıkanıp temizlenmesine yardımcı olmuş, annem de temiz esvablar çıkarmış giyinmesi için. Sobanın başına oturtmuşlar, önüne bir tas tarhana çorbası koymuşlar.
VE babamla uzun uzun konuşmuşlar.
Annem,
garip bir gençti, diye anlatır aklına geldikçe. Yüzünün güzelliğini, dilinin
düzgünlüğünü över durur hâlâ. Ne konuşmuşlar, nasıl konuşmuşlar duymamış,
duyduklarını ise anlamamış. Babam konuşmuş o dinlemiş, o konuşmuş babam
dinlemiş ve fakat saatler boyunca her ikisinin ağzından da bir tek sözcük
çıkmamış.
Susuyorlar mıydı, konuşuyorlar mıydı bir türlü karar veremedim.
Susuyorlardı desem değil, çünkü biliyordum ki konuşuyorlardı. Konuşuyorlardı
desem değil, çünkü ağızlarından bir tek sözcük çıkmıyordu, der annem hâlâ.
O gece
evde yatıya kalmış. Annem misafirler için sakladığı yorganlarını, çarşaflarını,
yastık kılıflarını çıkarmış, temiz ve ütülü gece giysileri vermiş. Lâkin sabah
ezanları okunduğunda odasında değilmiş o garip genç. Kimse farketmemiş
gittiğini ve babam ardından çok gözyaşı dökmüş.
Annem, evlâdım, belki de o
genç Hızır'dı, demişti.
Ve itiraz etmemi önlemek maksadıyla hemen, unutma,
diye uyarmıştı beni, itikadı olmayanın imanı olmaz!
Ben o
sıralar başka bir dünyada başkalarıyla ve başka işlerle meşgul idim ve itikad sözcüğünün önüne bâtıl sıfatını getirmek suretiyle
annemin uyarısını kulak ardı etmiş, tenbihlerine aldırmamıştım.
İtikadmış,
imanmış, hızırmış... bu sözcüklerin herbiri bir hurafenin inşasında şuursuzca (!) kullanılan kerpiç
taşlarıydı benim için.
İman deyince, İtikad deyince sahih olmalıydı ve sahih
itikadı olmayanın sahih imanı
olmazdı bana göre.
Ne de
hoşlanırdım, bana göre... demekten, bana göre... önekiyle başlayan cümleler
kurmaktan.
Bana göre... diye nutka başladım annemin şaşkın bakışlarına rağmen
ve kitaplardan devşirdiğim ne kadar bilgi
varsa, bilgin varsa, bilgim varsa hepsini bir çırpıda boca
ettim sofaya. Babamın bizi dinlediğini anlayınca hemen ciddileştim ve Hızır
dediğiniz de kim, nerede gördünüz siz Hızır'ı, gibi sözler çıkıverdi ağzımdan.
Babam
ince bir tebessümle mukabele etti.
Tabii ki pek mânâ veremedim bu ince (!)
tebessüme ve umursamaz görünerek kaldığım yerden sözlerime devam ettim. Fakat
bir türlü anlamamışlardı, anlayamamışlardı benim o hakâyık-ı akliyelerimi.
Dedim ya, babam tebessüm etmişti. Çaresiz sustum ve çıktım, onları hızırlarının
huzurunda bıraktım.
Ne gariptir ki şimdi, Küplüce Mezarlığı'nın önünden her geçişimde, babamın eve getirdiği ve bir tek sözcük bile sarfetmeden saatlerce konuştuğu o garip genci hatırlarım. Acaba hâlâ orada mı diye düşünür, belki birgün ona ben de rastlarım diye aklımdan geçiririm.
Rahmetli babam, Beylerbeyi'ne yürüyerek ineceği zamanlar nedense hep mezarlık yolunu kullanır ve Boğazı seyrede seyrede yürümenin keyfini çıkarırdı.
Tevafuka bakınız ki kendisi şimdi Küplüce Mezarlığı'nda medfun ve hem Boğazı seyrediyor, hem de refikiyle sohbet ediyor.
Bense onlara katılmak yerine başımı gövdemden ayırmaya uğraşıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder