22 Şubat 2009
12 Şubat Darwin Günü.
Yine kenarda köşede bazı yazılar yayımlanacak, ve kimileri Darwin övgüleriyle dolu olacak, kimileri Darwin yergileriyle.
Bilimsel yorumlar, gerçekte, bilimsellik
kazanma iddiasındaki önesürümler olmaktan çıkıp birer dogma değeri kazandığında, tartışmanın yerini ister istemez
övgüler ve yergiler alır. Alıyor da nitekim.
Bir bilimsel yorum, ne zaman kibirle
hâlelenir?
Hiç kuşkusuz ki hesaba çekilemez bir yetkinlik
iddiasında bulunduğu zaman.
Ve/veya
Varlık karşısısındaki tevazûunu kaybettiği
zaman.
Bu yüzdendir ki Darwin sözkonusu olduğunda,
bizler, kendimizi bir bilim adamı ve yorumlarıyla karşı karşıya bulmayız, karşımızda bütün heybetiyle duran Darwinciliktir. Varlık karşısındaki tevazûunu kaybetmiş bir Darwincilik. Hatta bazılarının elinde sırf bir XIX. yüzyıl retoriği.
Oysa bizatihi evrimin açıklama gücü, Darwin'in açtığı evleği daha derinden ve daha ciddi bulgularla derinleştirmekte, insanın yeryüzündeki macerasına ilişkin bilimsel bilginin yorumlayıcı gücü her geçen gün kapsayıcılığını daha da artırmaktadır.
Mübalağa etmeden işaret etmek zorundayım
ki Darwinciler Darwincilikte Darwin’i geçmişlerdir. Bilhassa başlangıçta bilimsel olmak iddiasıyla öne sürülmüş
yorumları, dinsel hâle getirmek
açısından.
Kuram, Darwin'e rağmen, sözde din karşıtlığıyla bir ideolojik
araca dönüştüğü/dönüştürüldüğü için, dinsel bir mahiyet almıştır. Çünkü
Darwin’in kuramı, Darwincilerin elinde ve tabii ki zaman içerisinde, insanın
kökenini Adem-Havva kıssasıyla açıklamak kadar dinsel sayılabilecek bir öğreti hâline dönüşmüştür.
Artık insanlığın inanç tarihinde iki yorumun
takipçileri tartışmaktadır: İnsanın Adem’le Havva’dan türediğine inanan
müminler ile insanın maymundan türediğine inanan müminler.
Bu bakımdan evrim kuramı, popüler kültürde,
bir inanç, bir itikad meselesidir. Çünkü müminleri ve kâfirleri vardır.
Karşıtlarının bilimdışına itilmekle tehdit
edildiği bir “örgütlenmiş yorumlar kadrosu”yla başa çıkmak, bir bilim adamının
yorumlarını hesaba çekmekle mukayese edilemez elbette. İşin içine inanç girdi mi tartışmadan uzak
durmalı. Çünkü düşüncenin değil, duyguların alanına girilmiş olmaktadır.
Sadece
duyguların mı?
Bilimadamı kılığında dolanan inanç bodyguardlarının alanına
da.
Taraftarlarının duygularını canlı tutmakla
(istismar etmekle) görevli inanç-adamlarının her hâlukârda korumak zorunda
oldukları bir piyasanın varlığı kaçınılmazdır.
Thomas Kuhn’un tabirini ödünç alarak söylemek
istersem, paradigma-içi düşünmekte ısrar eden akidecilerle doludur tarihin
sînesi.
Bütün işleri, ideolojileri adına pazarda
teneke çalmak olan bu inanç adamları, gürültü çıkarmanın binbir yolunu
bilirler. Bu yüzdendir ki düşüncenin ve sağduyunun sesi pazarda ya duyulamaz ya
da çok geç duyulur. İnanç pazarında. İdeoloji pazarında. Bilim pazarında.
Bu yüzden Darwincileri iknâ etmek Darwin’i
iknâ etmekten daha zordur; tıpkı Marxçıları iknâ etmenin Marx’ı iknâ etmekten
daha zor olduğu gibi.
Adem-Havva kıssasından hareketle insanın
kökenini açıklama teşebbüslerine gelince, tartışmalara kılavuzluk etmesi
gereken ilk ilke şu olmalıdır:
Dinî metinler bilimsel yargılar ortaya
koymayı amaçlamazlar.
Meselâ Kur’an tarihten söz eder, tarihî
malzemeler kullanır, ama kendisi bir tarih metni değildir. Güneşten, aydan,
yıldızlardan söz eder, insanın dikkatini gökyüzüne çeker ve fakat kendisi bir
astronomi metni değildir.
O hâlde ikinci ilkeyi de ilân edebiliriz:
Bilimsel metinler dinsel yargılar ortaya
koymayı amaçlamazlar.
Demek oluyor ki bilimsel yorumların dogma
hâline gelmesi, inancın konusu yapılması, yanlılarının mümin, karşıtlarının münkir
ilân edilmesi abestir.
Bilimsel bilginin koşulları ile dinî bilginin
koşulları birbirinden farklıdır. İlki isbat gerektirir, ikincisi gerektirmez.
Argümanlarının burhanî değil, iknaî olması yeterlidir.
İslâm Düşünce Tarihi, din ile bilim arasındaki
yorum farklılıklarını uzlaştırmanın tarihidir aslında. Bu nedenle bilimsel
(burhanî) olmak iddiasıyla öne sürülen yorumlara sözde dinî temeller bulmaya
çalışan bilimadamları nasıl şiddetli eleştirilere maruz kalmışlarsa, kesinliği
(hiç değilse kendi döneminde) isbat edilmiş açıklamalara din’in zahiri
yorumları adına karşı çıkan dinadamları da benzer eleştirilerin konusu
olmuştur.
Gazalî’nin kendi döneminde Aristocu bilimin
yanlılarına yönelttiği eleştiriler, dinî düşüncenin koşullarını tayin etmek
bakımından değil sadece, aynı zamanda bilimsel düşüncenin koşullarını tayin
etmek bakımından da fevkalâde önemlidir. Çünkü o devrin Aristocu düşünürleri
doğabilimlerinde ancak inanç sayılabilecek yorumların burhanî (bilimsel)
olduklarını iddia ediyorlar ya da din ve Tanrı hakkında bilimsel
(kesin ve müsbet) yargılar öne sürebileceklerine inanıyorlardı.
Gazâlî’nin tüm söylediği, kadim yunan’ın
inançlarını biz bugün bilim olarak
kabul etmek zorunda değiliz. İnsanların kıyamet günü bedenen mi, ruhen mi
dirilecekleri (haşr-ı cismanî) meselesi dinin konusudur, bilimin değil, demekten ibaretti.
Mantık ve Matematik bilmeyenler bizi
anlayamazlar, bizle tartışacak olanların Mantık ve Matematik bilmesi gerekir, demek suretiyle o devrin müslümanlarını küçümseyenlere Gazalî’nin verdiği cevap susturucudur: "Ben Mantık da, Matematik de biliyorum. Hadi buyurun, şu
tartışmayı baştan alalım!"
* * *
İmdi, biz bu konuya başka bir açıdan yaklaşacağız.
Önce
tesbit:
İnsanın kökenini açıklamak bakımından,
Adem-Havva kıssası zahirî yorumuyla
öne sürülmeye aslâ elverişli değildir. Çünkü bu zahirî yorum, ilksel bir ensest ilişkiyi varsaymadan insanın
soyunu türetmeye imkân vermez.
Cenab-ı Hak, ensest aracılığıyla, yani erkek kardeşle kız kardeşi aynı yatağa
sokmak suretiyle insan soyunu türetmekten münezzehtir.
İnanan zekâların, maymundan türetmek ile erkek
ve kız kardeşlerin izdivacından türetmek arasında ne denli soylu bir fark olduğunu göstermeleri gerekir. Değilse,
susmalıdırlar.
Sonra
soru:
İnsan soyunun türemesi için ensest ilişki
zorunluydu, zaruret hâlinde haramlar mübah olur, diyecek olan ilâhiyât
ulemasına soruyorum:
Zaruretler kullar içindir. Haramlar da,
mübahlar da. Cenab-ı Hak için zaruret mi vardı, ki insanın soyunu sonradan
haram edeceği bir yolla türetmeyi dileyip Adem ile Havva’nın çocuklarının, yani
erkek-kız kardeşlerin izdivacına izin verdi?
Düşünecek olanlar düşünsün, ben kendi yorumumu
bildiriyorum:
Dinî metinleri bilimselleştirmek ne kadar
yanlışsa, bilimsel yorumları dinselleştirmek de o denli yanlıştır.
Lâkin bu yanlışa/yanlışlara insanın ihtiyacı
var. Çünkü sorun, insanın insanı aldatma isteğinde değil, bizâtihi insanın
aldanma isteğinde.
Şimdi söyleyin bakalım, aranızda aldanmak istemeyen
bir yalancı var mı?
Ek okuma için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder