7 Aralık
2003
İslâm, İslâm
Düşüncesi ve Çağdaş İslâm Düşüncesi ayrımından hareketle üçüncü sıradaki
mecmuanın bütününe yönelik eleştiri, bizzat bu eleştirinin hedefi olsa da kendisine
işaret edilen bütünün içerisinde yer alan hiçbir istisna yok muydu?
Var idiyse,
bu istisnalara yer verilmemesi bir eksiklik değil midir?
Sözün, hele hele
köşe yazılarında dile gelen bir sözün, dile geldiği an zaten eksik olduğu, eksik
olarak dile geldiği kabul edilmedikçe eksikliğin içeriğini ya da eksikliğin
içeriğinden konuşmanın hiçbir anlamı yoktur!
Dile gelen daha dile gelirken eksilir
ve eksilmedikçe aslâ dile gelemez. Dile getirmek, her halukârda eksikliği
kabullenmek demektir. Çünkü kemâl susmadadır, suskunluktur kemâl! Konuşulmak
ve/veya yazılmakla kemâl kemâlinden vazgeçer, söylenen hep bir yönüyle
söylenendir.
Düşünelim bakalım, her yönüyle (eksiksiz) söylenmiş ne var bu
âlemde?
Söz ağızdan
çıkarken değil sadece, düşünceden dile akarken dahî eksilir, her aşamada bir
parçasını bırakır, her adımda o adımların taşıdığı yük azalır, öyle ki söz söz
haline gelmeden eksilmiş, azalmış, parçalarının çoğunu dışarıya taşıma imkânını
kaybetmiş bir biçimde söz suretine bürünür.
İstisnalar eleştirinin
tüketebileceği bir sınıra aslâ gelemez. Sadece genel değerlendirmelerin değil,
mevcudu kuşatmak maksadına matuf her teşebbüsün dahî istisnaları vardır.
Kuşatılma imkânı olmayan bir kuşatma (ihata) teşebbüsü kesinlikle tasavvur
edilemez!
Dile getirme çabaları da birer kuşatmadır ve ne gariptir ki birçok
sınır muhafızı, dışında kalmayı başardıklarını düşünüp alanını belirledikleri
herhangibir daireyi tam da kuşattık zannederlerken, onların içinde bulundukları
alanın sınırları çoktan başka muhafızlarca çizilmiştir bile.
Küreyi önünüze
koyup gördüklerinizi dile getirdiğiniz sırada, sizin içinde yer aldığınız
küreyi başka gözler gözlerler de haberiniz olmaz. Gören her göz görülür, nazar
eden herkese nazar edilir. Başka şekilde söylendikde, göz bir tek kendini
göremez!
Eleştiri dile
geldiği günden beri talebi dahilinde olmayan müsbet veya menfi birçok mektubun
yazılmasına yol açmış görünüyor. Kısacası dile gelen dile gelmekten
kurtulamıyor. Çünkü dile gelince, dile gelen de dile geliyor. Burası açık!
Buradaki en ciddi
açmaz, Said Nursî'nin üzerindeki yorum tekelinin bu âlimin düşünme çabasını tanımlanmış, kuşatılmış, tüketilmiş bir surete büründürmek zannında
olmasıdır. Çünkü bu kabul, düşünmenin bizzat Said Nursî hazretlerinin
düşüncelerinden hareketle sürmesini, soru sormasını, soruları yenilemesini
engelliyor ve sadece yinelenmesine, yani kutsanmasına izin vermeyi marifet sayıyor.
Hal böyle olunca Said Nursî'nin düşünceleri, düşünmenin değil, aksine yapay teknik
araştırmaların, incelemelerin konusu oluyor.
Tamamlanmış, bitmiş bir düşünceyi
incelemek veya araştırmak o düşüncenin geliştirilmesine imkân bırakmayıp onu
eskitiyor, geçmiş kılıyor, geçmişte kalmış varsayıyor. Takipçilerinde
varolan canlılığını ise sadece samimi hissiyât ve hassasiyetlerin eşliğinde
koruyor ve hususiyât ile donanmış bir düşünmenin bu yüzden bu vâdiye yaklaşması
tedirginlikle karşılanıyor.
Merhumun öne
çıkarılan yönleri, bu yönlerin mevcudiyetini mümkün kılan müktesebâtının öne
çıkmasını niçin engelliyor dersiniz?
Meselâ Kızıl İcaz alâ
Süllem'il-Mantık ile Talikâtu alâ Burhan'il-Gelenbevî adlı haşiyelerin
veya Şerh-i Mevakıf ile Şerh-i Mekasıd gibi eserlere yapılan
göndermelerin mevcudiyetinden elde edilmesi gereken derinlik, niçin bu
düşüncenin takipçilerinin yaydıkları ışığın mecrâsı, yani o ışığı daha
koyu karanlıklara doğru tutacak ellerin kaynağı olamıyor?
Niçin mâ-cerâ (suyun akışı), mecrâı (suyun kaynağı) ile bi-hakkın temasa geçmekte isteksiz davranıyor?
Her düşünmenin
kaderidir, bazen muhataplarını düşündürmek yerine etkilemeyi tercih eder.
Burasını anlıyorum.
Anlamadığım şu: Niçin Said Nursî'yi köklü bir düşünmenin
ustası kılan engin hususiyetler, o düşünmenin sonuçlarını yineleyenler için
elde edilmesi gereken faziletler mecraı, menbaı olarak görülemiyor da mesele
sadece imanı kurtarmak dâvâsından ibaret addediliyor?
İmanı kurtarmak dâvâsının muhatablarına taalluk eden tarafından söz etmiyorum, bilakis bu
dâvânın iddiacılarında bulunması gereken ehliyetin seviyesine dikkat çekmeye
çalışıyorum. Mantık, Belağat, Usûl ve Kelâm ilimleri ihyâ edilmedikçe, yani mecrâya
(suyun kaynağına) dönülmedikçe, mâ-cerânın (suyun akışının)
zayıflayabileceği, cılızlaşabileceği ve en nihayet
kuruyabileceği tehlikesiyle karşı karşıya kalınacağının muhakkak olduğu niçin
görülemiyor?
Ben mecrâ ile mâ-cera arasındaki açıyı, yani düşünme'nin, yani soru'nun
unutulmasını önemsemeseydim, başkaları gibi yapar, mecrânın değil, mâ-cerânın
yanında yer alırdım. Fakat ömrüm boyunca hep mecrâyı mâ-cerâya
tercih ettim. Bunu, düşünmenin bütün taliplerine tavsiye ederim. Çünkü
mecrâ'daki mâ-cerâ, mâ-cerâ'daki mecrâ'dan çok daha özü gürleştiriyor.
Özü gürleştirmeyen
düşünme ise aslâ düşünme adını alamaz!
13-14 Aralık 2003
Hakikaten, söylemem gerekeni gereğince ve yeterince söylemiş
olduğuma kani idim.
Ne var ki posta kutusunda birikmiş mektupların miktar ve
muhtevası, işbu gerekliliğin ve yeterliliğin sınırlarını benim gibi bir bezgini
bile yerinden kaldıracak denli tarrakalara boğuverdi.
Bazılarının elinde
hazır-cevaplar var ve onlar tabiatıyla bu hazır-cevapların doğruluklarından
kuşkulanmıyorlar. Bence iyi de yapıyorlar. Fakat buna rağmen ümitsiz bir
çabayla çapalarını sallamaktan da kendilerini alamıyorlar ve her zaman olduğu
gibi soru'nun yine muayyen bir cevab'a dönüşeceği, dönüşmesi gerektiği umudunu
taşıyorlar.
Bu, onların kendilerinin bileceği bir iş.
Bilme'yi eylemeye tercih
etmeleri için öncelikle hayret etmeleri gerekiyor. Hep hayret, hep hayret, demekle ve sadece hayreti tavsiye etmekle yetinmeyi isterdim. Yetinemiyorum. O
halde soru'nun toprağa düşmesi için gereken tek ve biricik koşulu bir kez daha
hatırlatmaktan kaçınmayacağım: önce hayret, belki sonra marifet.
Mecrâ, suyun
cereyan ettiği yer, suyun aktığı yatak, suyun kaynağı, mâ-cerâ'ya, yani
akan suya, yani suyun akışına güç ve kuvvet veren menbâ, özü gürleştiren âb-ı
hayat, içtikçe çoğalan, aktıkça çağıldayan, çaylara, derelere, ırmaklara,
nehirlere varlığını bağışlayan, onları ummana katılmaları için teşvik eden, başkası değil, sadece mecrâ. Mâ-cerâ'nın ilk olarak kendisinden hareketle
cereyan etmeye başladığı göze, belki sade, belki mütevazı ve fakat her
haliyle ve her halde muhteşem.
Hal böyleyken, yoluna birbirinden büyük
fabrikalar kurup ummana katılmaları için güç ve cesaret verdiği o mübarek
damlaları cafcaflı şişelere doldurmayı marifet sananlara ne gibi bir cevabı
olabilir benim gibi bir soru işçisinin?
Bazılarının
elinde sadece cevaplar değil, sorular da var ve onlar cevaplar kadar sorular
için de emek harcanması gerektiğini düşünüyorlar. Haklılar. Lâkin aslında
soruları yenilemeye bile gerek yok, yinelemek dahi yeter! Çünkü yinelendikçe sorunun
şiddeti artar. Soruları bıkmadan, usanmadan yinelemeli ve her defasında sorunun
âsumana yükselen şiddeti sayesinde artan hayretimizle açılan marifet kapısından
geçip aynanın arkasındaki sırra ellerimizi değdirmenin hazzına ermeli! Esasen
cevap zannettikleri bile cevap suretindeki sorulardan ibaret. Sorusu
olmayanların ellerinden cevapları almak gerekmez. Bu doğru. Fakat ellerindeki
cevapların ne işe yaradığını bilmeyenlere yardımcı olmak için evvela onlara
soru sormayı öğretmeli. Binaenaleyh hangi soru verdirdi bu cevabı, sorusu
sorulmadıkça eldeki cevapların hiçbir işe yaramayacağı gösterilmeli.
Soru'nun
toprağa düşmesi umuduyla o tek ve biricik koşulu yinelemek gerekiyor: yine
hayret.
Mâ-cerâ'nın
maceraya dönüşmesinden duyduğu endişeyle titreyen kendi halinde bir parmağın
işaretini şakirdâna yöneltilmiş bir itham gibi algılayanları aslâ umuma
teşmil etmiyor ve böylelerini, aslında kapakları açılıp tam da mecrâ'daki
mâ-cerâ'ya karışmaları gerekirken birtakım sevimli plastik şişelere
dolduruluvermiş sınırlı numuneler arasında addediyorum.
Hep yapılageldiği
üzere soru'ya cevap vermek, soru'nun asaletini bırakıp cevaba
dönüşmek ve dahî soru'nun o hayret-engiz tevazûunu terkedip cevaplaşmak yerine, yani sâkinlerini memnun etmekten başka işe yaramayan limanlara yanaşmayı
marifet sananların yaptığını yapmak yerine, mûtadımız üzre biz yine soru
ummanının ortasında canımıza okuyan o sıkıntıcı dalgalarla boğuşmayı yeğleyelim,
yine soru'ya geçit verelim. Bari soru'nun itildiği o izbe yerden sıyrılmasına
yardımcı olalım, hiç değilse kabaran dalgaların kendisini kıyıya sürüklemesine
seyirci kalmaktansa onunla birlikte seve seve ummanın dibini boylayalım.
Oysa soru suretinde de olsa söylemeye çalıştığım şey ne kadar da basitti:
Merhumun öne çıkarılan yönleri, bu yönlerin mevcudiyetini mümkün kılan müktesebâtının öne çıkmasını niçin engelliyor dersiniz? Meselâ Kızıl İcaz alâ Süllem'il-Mantık ile Talikâtu alâ Burhan'il-Gelenbevî adlı haşiyelerin veya Şerh-i Mevakıf ile Şerh-i Mekasıd gibi eserlere yapılan göndermelerin mevcudiyetinden elde edilmesi gereken derinlik, niçin bu düşüncenin takipçilerinin yaydıkları ışığın mecrâsı, yani o ışığı daha koyu karanlıklara doğru tutacak ellerin kaynağı olamıyor? Niçin mâ-cerâ (suyun akışı), mecrâı (suyun kaynağı) ile bi-hakkın temasa geçmekte isteksiz davranıyor?
Acaba şöyle
deseydim, sanki daha açık, daha anlaşılır mı konuşmuş olurdum?
Bir âlimi anlamak, o âlimin anladıklarını anlamayı gerektirmez mi?
Bir ustayı örnek almak, o ustanın önemsediklerini önemsemekle, onun gibi olmaya, onun bulduklarını bulmaya çalışmakla olmaz mı?
Bir insan-ı kâmil gibi kemâle ermek arzu ediliyorsa, o insana kemâl kazandıran vasıflarla muttasıf olmak için çabalamak gerekmez mi?
Artık soruyu daha
açmayalım, aksine bu sefer daha da açılalım.
Eleştiri, Çağdaş
İslâm Düşüncesi'nin en temel sorununun, sıfatlarından değil, kendisinden
hareketle tartışılabileceğini göstermeye çalışmış; yani bu mecmuanın gerçekte çağdaş veya islâmî olup olmadığından evvel bir düşünce hüviyeti taşıyıp
taşımadığını sorarak işe başlamıştı.
Düşünce ancak nazarî/metafizik bir
düşünmenin mahsûlü olduğunda düşünce adını alacağına göre, nazariyât yoksunu
işbu etkinliğin öncelikle ve yeniden nasıl bir düşünme faaliyetine
dönüşebileceği üzerinde durmak, aksiyomlarını (ulum-i mütearifelerini) İslâm'dan,
postülalarını (usul-i mevzualarını) İslâm Düşüncesi'nden, hipotezlerini (faraziyelerini)
çağından alan bir düşünme faaliyetinin ortaya koyacağı dil, düşünce ve varlık
tasavvurunun asıl Çağdaş İslâm Düşüncesi şeklinde adlandırılmaya hak
kazanacağına işaret etmek, gerçekte eleştirinin üstesinden gelmek istediği
başlıca ödevdi.
Kısaca, ödevimiz düşünme idi. O halde düşünme'nin varlığa
yönelebilmesi ve kendi metafiziğini kendi köklerinden hareketle yeniden inşa
edebilmesi için hem dil'in gramerini (İlm-i Belağat'ı), hem de düşünmenin
gramerini (İlm-i Mantık ile İlm'un-Nefs'i/Psikoloji'yi) yedeğine alması
gerekiyordu. Çünkü düşünme evvelemirde kendi üzerine düşebilmeli,
düşünebilmeli, kendi üzerine katlanabilmeli idi.
Lâkin tam da bu
esnada birtakım sorular zuhur etti:
Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin mümesillerinden birisi olması haysiyetiyle Said Nursî hazretleri bu müsbet vasıflarla muttasıf değil miydi?
O kendi köklerinden hareketle kendi çağını yorumlayan bir âlim olarak niçin bir türlü söze konu edilmiyordu?
Oysa, mesela Ahmed Cevdet Paşa, Sırrı Giridî, Abdünnâfi, Harputî, Ahmed Avni Konuk, Elmalılı Hamdi Yazır, Babanzâde Ahmed Naim gibi âlimler de aynı durumda değil miydi?
Çağdaş İslâm Düşüncesi'ne biçilen zamanın, yani her elli yılda hususiyetlerini kaybede kaybede bizi bu günlere getiren birbuçuk asırlık serencâmın toptan eleştiriye konu edinilmesi hakşinaslıkla nasıl kabil-i telif olabilirdi? vs.
Defalarca yazdım,
yine yazayım:
Benim yazılarım yavaş okunmak içindir.
Nitekim dikkatli bir
okuma bu tür soruların insafsız değilse bile dikkatsiz bir okumanın mahsulü
olduğunu sarahaten gösterecektir.
Şimdi gelelim,
mecrâ'daki mâ-cerâ'nın hikâyesine.
Said Nursî'nin nazarî düşünmeye giriş addettiğimiz iki temel alana, yani İlm-i Belağat ile İlm-i Mantık'a bi-hakkın vâkıf olduğunda kuşku var mıdır?
Elbette yoktur.
Nitekim bu alanlarda kaleme aldığı eserler ortadadır.
Devam edelim:
Said Nursî'nin nazarî düşünmenin üç temel mektebi olan İslâm Kelâmı, İslâm Felsefesi ve İslâm Tasavvufunun ana menbalarından istifade ettiği, bu mekteblerin temel eserlerine vâkıf olduğu ve en nihayet bu hususlarda doğrudan değerlendirmeler yapıp, görüşler serdettiği erbabınca malum değil midir?
Malumdur.
İmdi, malumu
i‘lamda ısrar etmeyip sadede dönelim ve soralım:
Mecrâ'daki mâ-cerâ'da gördüklerimiz ile mâ-cerâ'daki mecrâ'da gördüklerimiz birbirleriyle uyuşuyor mu?
Meselâ mâ-cerâ'nın yanında yer alanlar, arkalarından, Üstad'ın mantık ve
belağat eserlerini anlamak ve anlatmak hususunda sarfedilmiş bir mesainin takibe elverişli izlerini bırakıyorlar mı?
Sözgelimi büyük matematik ve astronomi âlimi Gelenbevî'nin Burhan adlı
mantık eserine talikât düşmüş bir Usta'nın takipçileri nezdinde hadi İlm-i
Mantık bir yana, bizatihi Gelenbevî isminin kendisi, bugüne değin en küçük bir
alâkaya mazhar olmak şerefine erebildi mi?
Dilin ve Düşünme'nin gramerini bilmedikçe
bir dil ve düşünme ustasını anlamak neredeyse imkânsız iken, dilin ve
düşünmenin gramerine (İlm-i Belağat ile İlm-i Mantık'a) bu kadar ehemmiyet
atfetmiş bir mecrâ'ya kendilerini nisbet eden mâ-cerâ'nın cereyanında bu
ilimlere ehemmiyet atfedildiğini gösterir en küçük bir kımıltının bile
bulunmaması nasıl açıklanabilir?
Mecrâ'ya yönelmemiz isteniyor, yöneliyoruz
ve orada —mesela— bize Mevakıfa veya Mekasıda bakmamızın tavsiye edildiğini
görüyoruz.
Lâkin biz bakmamız istenen yerlere bakmamak için elimizden geleni
yaptığımız yetmiyormuş gibi, merak edip şu Mevakıf ile Mekasıddan ne
kastedildiğini olsun anlamak için bile kılımızı kıpırdatmıyoruz.
Sevgilinin
mektubunu okumak/anlamak bir yana, zarfını bile açmaya gerek olmadığını
düşünenleri kınamak aklımın ucundan dahi geçmez. Ben sevdanın böylesini de
tanıdım.
Öyle ya, sevgilinin mektubunu öylece göğüste taşımak bile saygıyla
karşılanması gereken bir sevgi nişanesi değil midir?
Mecrâ'dan akıp gelen
suyun nazenin akışını seyredip hüzünlenenler... o gür suyun şarıltısını işitip
musikî nağmeleri arasında kendinden geçenler... ve o pırıl pırıl mecrânın
besleyip büyüttüğü çiçeklerin etrafa yaydığı rayihaların etkisiyle derin
hülyalara dalanlar... benim böylelerine sözüm yok, hiç olmadı da zaten.
Mecrâ'daki mâ-cerâ'yla bi-hakkın tanışamamış olanlara niçin durup dururken
paçalarını sıvamalarını söyleyeyim ki?
Sözüm, mecrâ'daki
mâ-cerâ'nın cereyanına kapılıp suyun içine dalacak, en nihayet su haline
gelecek denli sevda sahibi olanlara!
Sevdaları yüzünden sırılsıklam olmayı
göze alabilenlere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder