Sayfalar

MUHAYYİLENİN AŞKI


28 Ağustos 2005

Şaşmaya, şaşakalmaya ihtiyacımız var.

Hiç değilse çocuklar gibi açılmış kocaman gözleriyle etrafımızda şaşkın şaşkın dolaşan hakikat-perestlere ihtiyacımız var.

Ruhlarımız nedir? niçin? nasıl? neden? gibi çocuk-sorularıyla kendilerini rahatsız edecek, harekete geçirecek, bilmediğini bildirecek cehl-i basit sahiplerini (bilmediklerini bilenleri) arıyor.

Çocuklar cevaplarını bildikleri soruları sormazlar, yetişkinlerse umumiyetle cevaplarını bildikleri soruları sormayı tercih ederler. Bekledikleri cevaplar, aslında zaten sepetlerindeki bayatlamış cevaplardan ibarettir. Çocuklar iknâ edici cevabı alamadıklarında, yetişkinlerse bekledikleri cevabı alamadıklarında rahatsız olurlar.

Adâb'ul-bahs ve'l-münazara (diyalektik) sanatı'nda kaidedir, hakikati öğrenmek maksadıyla sorulan soruya, bilen'in burhanî kıyasla (kesin delillerle) cevap vermesi gerekir, aksi takdirde lâf kabilinden cevap vermek, sadece hakikat'in tâlibine değil, hakikat'in kendisine de saygısızlıktır. Lâkin maksad cedel olduğunda, verilecek cevabın da cedelî (iknaî) delillerden oluşması gerekir, zira cedelî suallerin burhanî cevabı olmaz. Bu durumlarda meseleyi açık kılmak yerine, muhatabı teskin ve iknâya çalışmak, maksada ulaşmak bakımından kâfidir.

Sözün özü, ilkinde, hafife alınmış olacağından suali soran (tâlib-i hakikat) aptal durumuna düşerken, ikincisinde ise, ciddiye alınmamış olacağından bu sefer cevap veren (hakikat ehli) aptal mevkiine geçmiş olur.

Biz burada hakikati elinde bulundurduğu düşünülen birilerine soru sormaktan söz etmiyoruz, bilâkis kişinin soruyu kendi kendisine sormasından ve sorduğu sualin cevabını yine kendisinin arayıp bulmasından bahs ediyoruz, yani varlıkla çarpışan'ın seyrinden hâsıl olan sorulardan, kişiye kendi bilgisizliğini farkettiren sorulardan, onu dikkat ve meraka sürükleyecek sorulardan, kendi kendine konuşanın bizzat kendi kendine sorduğu sorulardan...

Bayezid-i Bistamî hazretleri, kırk yıldır insanlarla tekellüm ediyorum, onlar benim kendileriyle konuştuğumu zannediyorlar, demiş.

Varlıkla çarpışmadıkça ve dahi çarpıştığımızın farkına varmadıkça hayret edemeyiz. Hayret edemezsek, şaşamaz ve şaşıramazsak soru da soramayız. Nitekim Aristoteles Metafizikin ilk kitabında, bir sorunu farkedip hayrete düşmek, kişiye kendisinin bilgisizliğini fark ettirir, der ve devam eder:
Bu nedenledir ki philo-mythos olan, bir yönüyle philo-sophostur da, zira mitler (hurafeler) hayret verici şeylerden oluşur.
Bugün hurafe-perestliğin değeri bilinmiyor, çünkü hurafe-perestliğin bir imkân olarak kavranılması bir yana, hakikat-perestliğin tam da karşıtı zannedildiğinden yaşamın bütün alanlarında hurafeler kahroldukça hakikatin kendisi de kahrolup duruyor. Oysa hurafeler bizi şaşabırakmasa, efsanelerin ve masalların dünyası muhayyilemizi harekete geçirmese, ilim ve irfan vâdisine nasıl adım atacağız?

Çocukların muhayyilesi masal ve efsanelerle harekete geçer. Çocuklar duyulardan duygulara hurafeler aracılığıyla intikal ederler ve bir zamanlar philo-mythos (hurafe-perest) oldukları/olabildikleri için, günü geldiğinde belki philo-sophos (hakikat-perest) olmayı da başarabilirler. [Philo sözcüğününün Farsça karşıtı perest, umumiyetle, tapacak denli seven anlamından uzaklaşıp, şuursuzca tapan/tapınan anlamına tahsis edilirken, Fransızca karşıtı amateur de yine basit ilgilerin sahibi anlamıyla ün kazanmış durumda. Bu nedenle Arapça'dan istifadeyle muhibb-i hikmet (hikmeti seven) tabirini bu vesileyle hatırlamak yersiz olmaz sanırım.]


Sonuçlarını dikkate aldığımızda philo-mythos'a şaşkın adam, philo-sophos'a dalgın adam diyebiliriz. Çünkü ilk adımda kişi, şayet kabiliyeti varsa, varlık karşısında şaşar/şaşırır/şaşakalır, ardından da bilmek için, bilme tutkusuyla varlığın içine dalar.
Muhayyile aracılığıyla sevmeksizin kişi salt aklı aracılığıyla nasıl âşık olabilir ki?

Olamaz!

Çünkü varolanlara sevgiyle yaklaşmak hayret'in neticesi.

Hayret etmeli ki bilen, severek bilsin, bilerek sevsin, öyle ki en nihayet sadece bilinen'i değil, bilme'nin kendisini de sevsin!
Bugünün büyümüş de küçülmüş çocukları bir türlü hayret edemiyorlar, şaşmaktan, şaşakalmaktan çekiniyorlar, şaşmaksızın tek başına bilmeyi marifet addediyorlar. 




Bilimadamı olmak için okuyorlar, bilimadamlığı aracılığıyla saygınlık, saygınlık aracılığıyla para kazanmak için tüm güçlerini seferber ediyorlar, dolayısıyla hayal etmiyorlar/edemiyorlar, hesaplıyorlar ve planlıyorlar sadece.

Efendimiz, rabbim, ilmimi artır, diye dua ediyordu.

İlim nerede, biz nerede, öyle bir yerdeyiz ki ilim taleb etmeye dahi yüzümüz yok.

O halde bizlere düşen, ümitsizliğe kapılmayıp sadece şöyle dua etmek:
Rabbim, hayretimizi artır!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder