Sayfalar

HEM ÇOK AHLAKLI, HEM ÇOK EDEPSİZ


29 Ekim 2006


Kişi, gerçek anlamıyla ancak kendi anadilinde düşünür, düşecek olan, kişiye, evet sadece kendi anadili aracılığıyla düşer.

Sadece düşünceleri mi?

Düşleri de, düşerse, kişiye anadilinin gücü ölçüsünde düşer.
Hiç kuşku yok ki anadilini iyi bilmeyen, anadiliyle düşünemeyen ciddi bir düşünür tasavvur edemeyiz.

Leibniz bile eserlerini Fransızca yazıyor, ama herşeyden evvel Almanca düşünüyordu.

Sartre Almanca düşünmeyi, Fransızca yazmayı denedi ama beceremediği için ömrü boyunca Fransızca düşünmekten başkası gelmedi elinden.

"Fransızlar konuşurlarken Fransızca konuşurlar, ancak düşünmeye başladıklarında Almanca kelimelerle düşünürler" demiş olmasına karşın Heidegger, bir ömür boyu, Almanca yazdı ama Grekçe düşünmeye çalıştı.

Farabi Türk'tü, Arapça yazdı, ve fakat o da Arapça üzerinden Grekçe düşünmeye çalıştı. Fuzuli çokluk Türkçe yazdı, nadiren Arapça, ama gerçekte duyguları Farsça, düşünceleri Arapça temelinde şekillendi.

Bugün Türkçe düşünmenin en önemli açmazı, bu dili kullananların Türkçe düşünmeden Türkçe yazmaya kalkışması.

Peki olan nedir?

Olan, basitçe, şu: İngilizce, Fransızca, hatta Almanca düşünüyor ve güya Türkçe yazıyoruz.

Yabancı sözcüklerin kullanılıyor olmasını kasdetmiyorum. Bu, en nihayet sözcük düzeyinde, dil düzeyinde bir yabancılaşma.

Mesele ve problem sözcükleri Türkçe kökenli değil. Türkçesi: sorun.

Peki ya sorunsal?

Sözcüğün kendisini bir kenara bırakıp bu sözcüğün kavramı hakkında düşündüğünüzde zihninize ne düşüyor?

Bu sözcük sayesinde zihniniz hangi kavrama yol buluyor?

Çaresiz, sorunsalın yanına problematik sözcüğünü getirecek ve fakat yine de kavramından mahrum olduğunuzu —hem de iliklerinize kadar— hissedeceksiniz.
Epistemoloji
Rıza Tevfik, yaklaşık bir asır önce bu terimi mebhas-ı marifet diye Türkçe’ye çevirmişti. Ne aslı, ne yakıştırması tutmadı. Hâlâ epistemoloji demeyi marifet biliyoruz.
Etik
Birileri çıkıyor, basın etiği gibi terkipler kullanıyor, hatta, bu hiç de etik değil, demekten kaçınmıyor.

Bazıları da tutup basın ahlâkı gibi yâveler savuruyor.

Kimileri de, etik başka, moral daha başka, deyû moral’ı ahlâk’la karşılayıp diğerini aynen bırakmayı yeğliyor. Biz de böylelikle moral buluyoruz.

Kavramına sahip olmadan bu düzeydeki bir sözcük tartışmasından ne kadar sağlıklı bir sonuç elde edebiliriz?

Etik (ἠθική) Yunanca, moral Latince, ahlâk (اخلاق) Arapça kökenli. Bu arada, ἠθική'nın kendisinden türediği ἦθος (etos) ile اخلاق'ın kendisinden türediği خلق (hulk) da, hadi ayrıntılarına girmeyelim, kısaca huy ve karakter demek. Alışkanlıklar (âdet) anlamını da unutmayalım.

Bu durumda basın etiği, meslekî etik türünden yakıştırmalar ne kadar yanlışsa, basın ahlâkı gibi tabirler de —hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki— o kadar yanlıştır.

Kişinin ahlâkından söz edebiliriz ama meselâ gazeteciliğin (gazetecilerin), doktorluğun (doktorların) veya herhangibir meslek grubunun ahlâkından söz edemeyiz. Çünkü ahlâk, esas itibariyle kurumsal/toplumsal değil, kişiseldir.

Bazıları şöyle düşünüyorlar: Kişisel davranışlar (davranış kuralları) için ahlâk sözcüğünü kullandığımıza göre, niçin toplum ahlâkı, topluluk ahlâkı gibi terkibler kullanmayalım? Öyle ya, gazeteciliğin etik/ahlâk kurallarından söz etmenin ne sakıncası var?

Istılahta münakaşa olmaz, diye bir kaide vardır, yani terimlerde —o terimler tanımlandığı sürece— tartışmak faydasızdır. Önemli olan, terimin hangi kavrama/mefhuma karşılık geldiğidir. Ben bu terimi şu anlamda kullanıyorum, dediğiniz takdirde, muhatabın terimin değil, ancak kavramın isabetsizliğine itiraz etme hakkı vardır.

Belirtmem gerekirse, benim itirazım da ahlâk teriminin anlam alanının genişletilmesiyle ilgili değil. Bilâkis ilgili kavrama karşılık olarak kullanılan çok değerli bir kelimenin/terimin unutulmasıyla ilgili: âdab (tekili: edeb).

Bir zamanlar kişilerin davranışlarıyla, davranış kurallarıyla (alışkanlıklarıyla) ilgili olmak üzere nasıl ahlâk terimi kullanılıyorsa, toplulukların ve toplumların davranış kurallarıyla ilgili olarak da âdab terimi kullanılırdı; meselâ herhangibir meslek grubunun (topluluğun) ahlâkından değil, âdabından söz edilirdi. Dil bilincimiz silindi. Tasavvurlarımız unutuldu. Biz bizi unuttuk. Dilimizden, o güzelim âdab-ı muaşeret gitti örneğin. (Yerine, şayet sosyete etiği gibi bir ucube gelirse, şaşırıp da bari ahlâk-ı ictimaî diye bir diğerini siz icad etmeye kalkışmayınız.)

Senin anlayacağın ey talib, akıl ile zekâ, yürek ile gönül, ahlâk ile âdab sözcüklerini birbiri yerine kullandığınızda sana karşı çıkmam. Çaresiz, ne yapalım, işte gündelik dilin cilveleri, deyip tebessüm ederim. Lâkin yine de zihnime, konuşuyor ama düşünmüyor yargısının düşmesini engelleyemem.

Ah bir bilsen, Türkçe, dile öyle nazlı, öyle cilveli, öyle işveli düşüyorki!

6 Şubat 2010



Kültür, insanın mizacını oluşturan ikinci doğadır. Çünkü sonradan kazanılmıştır.

Toplumsal görgü kuralları, günlük davranış biçimi, kısacası âdab-ı muâşeret, hepsi de çevrenin kişiye kazandırdığı hususiyetler arasında yer alır. Kısaca davranış alışkanlıkları demektir.

Giriş cümlesinde ifade ettiğim tesbit, aslında İbn Rüşd’ün Galen şerhinde yer alıyor:
العادة طبيعة مكتسبة
Galen’i bilirsiniz.

Hani şu, Hipokrat’tan sonra gelen tarihin tanıdığı en büyük Tıp otoritesi.

O kadar ki daha XIX. yüzyıla kadar insanlık hastalıklarını Galen tıbbıyla tedavi ediyordu.

Kendisi aslen Ege’den. Bergamalı. Talebelerine, hakîm (feylesof) olunmadıkça hekîm (tabib) olunamayacağını söyleyen, söylemekle kalmayıp bu konuda bir de risale kaleme alan ünlü Stoacı.

Romalı bilge kral Marcus Aurelius’un danışmanı.

Müslüman sûfiler arasında Galen, kalbi değil aklı temsil eder. Rasyonaliteyi. Aynı zamanda bedeni.

Kalbi temsil eden Platon’dur. Ruhu. Platon kadîm İslâm dünyasında bir derviş, bir velî, bir gönül adamı olarak bilinir ve sevilirdi. Adı bile Eflâtun-ı İlâhî idi. Felsefesine nisbetle ilâhî idi. Kısaca metafizikçi.

Yukarıda, kazanılan ikinci tabiat için kullanılan kelimeye dikkat etmeli: âdet.

Ben kısaca kültür demeyi tercih etmiştim. Türkçemizde daha çok örf ve âdet şeklinde kullanılır. Olagelen yani, alışılagelen. Bu yüzden de hep yapılagelen.

Toplumsal alışkanlıklarımızı ne zaman değiştirmek zorunluluğuyla karşılaşsak, n’oluyor, eski köye yeni âdet mi geliyor, der söyleniriz.

Doğamızın, biraz daha ileri gidelim, özümüzün değiştiğini hissederiz, yaşadığımız en basit, en küçük farklılıklarda bile. Çünkü kültürel alışkanlıklarımız hakikaten ikinci tabiatımızı oluştururlar, moda tabirle, kendiliğimizi.

Kültür de kendiliğimizin bir parçasıdır. Temizlik anlayışımızdan başkalarıyla iletişim biçimimize değin her şey.

Kavramsal şemayı yeniden ve bu sefer başka açıdan belirlemek istersek  şöyle de diyebiliriz:

- İnsanın birinci doğası, onun hulk ve ahlâkını, ikinci doğası ise edeb ve âdabını oluşturur.

Ahlâkı bireysel, âdabı ise toplumsal olarak kategorize ediyorum. Sözgelimi bir doktor hastasını, bir avukat müvekkilini, bir yazar okurunu, bir siyasetçi seçmenini aldatırsa, kişisel olarak ahlâksızlık, meslek ilkelerine nisbetle de edebsizlik yapmış olur.

Bir kimsenin ahlâklı ve fakat edebsiz olması mümkün olduğu gibi, edebli (nazik) ama ahlâksız olması da mümkündür.

Şimdi şu anlamı bilinmeden ikide bir kullanılan etik sözcüğünü hatırlamanın tam sırası.

Bu kelimenin Türkçe’deki doğru karşılığı edeb-âdabdır aslında. Meselâ meslek âdabı, muayyen bir mesleğin mensuplarının bağlı oldukları kurallar manzumesidir.

ἠθική Grekçe bir kelime. Latincesi moral (morals).

Bugün Batı dillerinde etik’in âdab (toplumsa/kurumsal), moral’ın ise ahlâk (kişisel/bireysel) anlamında kullanılmasının nedenini açıklamak kolay.


Latince, Hristiyanlığın dili. Yunanca ise Hristiyanlık öncesinin. Greko-Romen pagan dünyasının.

Batı dünyası kişisel ahlâkı dinin belirlemesine izin verse bile, toplumsal, kurumsal ve kamusal olanı laik kurallar belirlediğinden, ister istemez etik ve moral kelimeleri usulca ayrışıyor.

Moral (ahlâka uygun).

Etik (âdaba uygun).

Bizde bu ayrışmanın kökenini kavramsal olarak algılayan mütehassıs gözlere rastlayamadım henüz. Rastlayabilseydim eğer, gazetecilik etiği, tıp etiği gibi boş tamlamalarının Türkçesini kullanabilecek bir tek kalemle daha karşılaşmış olurdum.

Heyhât!

Toplumdan topluma bilinç aktarımları sırasında hoş kazalar olur, bilincin içeriği ile temsilleri arasında. Sözgelimi şu ahlâk-ahlakî karşılığında kullanılan moral kelimesi!


Türkçe’de kişinin morali de bozulur, ahlâkı da.

Aradaki mesafe ne kadar da açılmış değil mi?

Birinin morali bozuk, diğerininse ahlâkı!

Dindarlıkla laiklik arasındaki temel gerilim de burada: Laik devlet dindarlığa ahlâk alanını bırakıyor. Birinci tabiatı. Sözümona kişisel/bireysel ahlâkı. Moralite.


Toplumsal/kurumsal/kamusal olanı ise kendine alıyor. Güya. Etik olanı. İkinci tabiatı. Ahlâkı , âdabı ise dış olarak konumlandırıyor. Böylelikle görünürlülüğü âdaba/kültüre verirken, ahlâkın içte kalması (saklanması) gerektiğine inanıyor.

Bu durumda etikayı (âdab) belirlemek devletin, yani yasaların, moraliteyi (ahlâk) belirlemek ise dinin, yani iç yasaların (vicdanın) işi oluyor. Halk ise bu durumda içiyle dışı birbiriyle uyumsuz, huzursuz bir toplumsallığın kurbanı hâline geliyor.

Ahlâk müesses dindarlığın elinde, âdab müesses laikliğin. Bu nedenle bir taraf diğerine ahlâksız, diğer tarafsa öbürüne kültürsüz deyip duruyor.

Söyleyin bakalım, haksızlar mı?

Sen de söyle bakalım ey talib, hangi taraftasın? Din ve ahlâk tarafında mı, kültür ve âdab tarafında mı?

Yani kırk katır mı, kırk satır mı?

Birinci tabiat mı, ikinci tabiat mı?

Bana sorarsan, benim tercihim, üçüncüsü.

Üçüncü tabiat.

Yani, henüz konuşmaya fırsat bulamadığımız.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder