Sayfalar

MİMARLIK ve KİBİR


11 Aralık 2010 





Şapel 
Kilise 
Katedral






Üç ayrı ölçek, üç ayrı cesamet.

Küçükten büyüğe Hristiyan mabedinin üç farklı tarz-ı inşâsı.

Müslüman mabedi de üç ölçekte çeşitlenir:






Mescid 
Cami 
Ulu Cami






Kabaca bir tasnifle mescidler mahallelerde, camiler semtlerde, ulu camiler ise şehirlerde (merkezlerde). Ne ki bir zamanlar, şimdi değil. Şehir şehirken.

Mabedlerin büyüklüğü, sadece cemaat ve cemiyetin azlık-çokluğuyla değil, siyasî-idarî yapının büyüklüğüyle de mütenasib idi. Ne de olsa büyükleri selâtin camileriydi. Bir başka deyişle, inşâî cesamet doğrudan doğruya siyasî ve dolayısıyla iktisadî azametin sonucuydu. Bir de kiliselerin haşmetiyle rekabeti marifet addeden bir challenge duygusunun. Karşıtını içselleştirme refleksinin.

Kanunî devrinin siyasî ve iktisadi kuvvet ve azameti dikkate alınmaksızın Sinan’ın inşâ ettiği mabedlerin asalet ve cesametine mânâ vermek mümkün müdür?

Katedraller cesametlerini, ilk bakışta, kulelerinin yükseklikleriyle dışavururlar. Evet bazen kuleleriyle, bazen kubbeleriyle. İlk bakışta, yani dışarıdan bakışta. İçeriden bakıştaysa, en geniş, en derin, en yüksek hacimle. Çünkü her mabed bu dünyanın bir maketi olmak iddiasındadır, gizli veya açık.

İlâhî hükümranlığın tabiî simülasyonu.

Meselâ Ayasofya. VI. yüzyılda tecessüm eden bu muhteşem yapı, bizzat ismiyle varoluş sebebini ifade eder: Hikmet-i İlâhiye.

Kubbesiyle ilahî gücü (din), sütun ve duvarlarıyla da bu tanrısallığa hizmet eden beşerî gücü (siyaset) temsil eden bu yapı din ile siyaseti sembolik olarak birleştirir.

Bir kare (yer) üzerine oturan daire (gök). Dışarıdan yükseklik, içeriden derinlik. Nefes kesen bir hacim. Kısaca, arz ile semanın izdivacı. Getirisi ise, büyük benlik, yani toplumsal aidiyet.

Cami mimarisi de boşlukta doğmamış, doğal olarak yeniden-yorumladığı kadîm dünyanın geleneklerinden hakkıyla istifade etmiştir. Osmanlı mimarisi, Selçuklunun aksine, tuğlanın yerine taşı tercih etmiş ve fakat kubbe’yi merkezî planın başat ögesi olarak kullanmayı da ısrarla sürdürmüştür.

Niçin?

Uzun çabalardan sonra din kavrayışıyla uzlaştırmayı başardığı devrin fizik, matematik ve astronomi ilkeleri böyle gerektirdiği için.

Dinî yorumlarla bilimsel yorumlar arasındaki uzlaşımın  mümkün kıldığı ortak dil sayesinde uzun bir süre evrene tutarlı bir dünya-görüşünden hareketle bakabildi Osmanlı. Bilincini besleyen üç kaynak da aynı dili kullanmaya başlamıştı çünkü:
Hikmet (Felsefe) 
Kelâm (Teoloji) 
Tasavvuf (Mistisizm)
Üç bakış-noktası da toplumsal yaşamı düzenleyen Hukuk (Fıkıh) yasalarıyla kendi arasındaki özenli mesafeyi korumayı beceriyordu.

Ve inanın ki bu hiç de kolay olmamıştı.

Sözgelimi dört unsurdan müteşekkil doğa’nın hareketi doğrusal, farklı mahiyetteki göğün hareketi ise dairesel idi. Ayüstü âlem ile ayaltı âlemin yasaları farklıydı, maddeleri farklıydı çünkü.

Bu bakışaçısına göre dünyanın da, kanın da deveran (devr-i daim) etmesi düşünülemezdi. Hele hele 1541’de Kopernik’in, 1628’de Harvey’in yazdıklarının Batı’da bile karşılık bulması için bir asırdan fazla süre gerektiği hesaba katılacak olursa.

İzdivac yara almıştı.

Mimar Sinan kanın veya dünyanın deveran ettiğini bilseydi, inşa ettiği camileri bu şekilde yapamazdı. Yapmazdı değil, yapamazdı. Onun dünyagörüşü farklı bilimsel kabuller üzerinde yükseliyordu. Dünya evrenin merkezindeydi ve sabitti, hiç kımıldamıyordu. Kan ise hareket ediyor ama deveran etmiyordu. Çünkü evreni, İslam bilimadamlarının geliştirdiği haliyle, çok çok Aristoteles Fiziğinden hareketle alımlıyordu. İçinde yer aldığı bilimsel dünyagörüşü, bir mimarın, kendiliğinden hareketin doğasını kavramasına izin vermiyordu. Egemen hareket teorisi Aristotelesçiydi çünkü.

Kanuni Sultan Süleyman, değil demokratik bir devletin, hiç değilse meşruti bir rejimin sultanı olsaydı, mesela onun keyfi (kişisel) buyruklarının önünde durabilecek haysiyette güçlü bir ulema, en azından bir zümre iradesi bulunsaydı, değil kendi evlatlarının, sıradan bir vatandaşının bile hayatına öyle kolay kolay kastedemezdi.

Demem o ki mimari rejimler de, tıpkı siyasi rejimler gibi, kendi devrinin bilimsel kavrayışının etkisinde biçimlenir, biçimlenmek zorundadır. Sözgelimi dünyanın ve Türkiye'nin iktisadi rejimi gözardı edilmek suretiyle Türkiye'de değil darbe veya ihtilal, şike bile yapılamaz!

Her neyse, barok üslûb Avrupa’dan elini kolunu sallaya sallaya gelmiş değildir, yanısıra Avrupa’dan çağın bilimleri de gelmeye başlamıştır. Evrenin bilimsel tasavvuru değişince ona uygun olarak Felsefe’nin de, Kelâm’ın da, Tasavvufun da kendini yeniden gözden geçirmesi kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu. (İnkârlar, itirazlar, kısaca dirençler, hesaplaşmalar, uzlaşmalar.)

Siyaset anlayışı kendiliğinden değişmedi, onunla birlikte zorunlu olarak bilim anlayışı da değişmeye başladı. Eğer öyle olmasaydı, Fransız hocaların yönettiği kara ve deniz mühendishaneleri mevcudiyetlerini desteklemeseydi, acaba İstanbul’da müslüman mabedi Nurosmaniye Camii (1755), Nusretiye Camii (1826), Ortaköy Camii (1853) sûretinde arz-ı endam edebilir miydi?

Aslâ!

Peki klasik camilerin yanında bu yapılar niçin sevimsiz görünürler?

Sözümona kilise mimarisinin çizgilerini taşıdıklarından dolayı değil, (çünkü başından itibaren kilise mimarisinden istifade etmekte hiçbir beis görülmemişti), bilâkis bu çizgileri mümkün kılan dünya-görüşü, kendisiyle hesaplaşılmak suretiyle, yeterince içselleştirilemediği için. Başka bir deyişle, hesaplaşma hâlâ tamamlanamadığı için.

Bugün de büyük ve geniş kubbelerin, yüksek minarelerin sembolik değeri dinî olmaktan çok sosyal ve siyasîdir.

Büyük kubbe yapma, yüksek minare dikme arzusunun hal-i hazırda iki anlamı var:
Birincisi, böylelikle pozitivist-jakoben baskı rejimine karşı hâlâ yıkılmadık ayaktayız mesajı verilmekte, halk ne yapıp edip kendi kutsallarına, bu büyüklük gösterisi aracılığıyla, sahip çıkmaktadır. Taşrada ve varoşlarda minare’nin simgeleşme değerine fallik îmaların eklenmesi, kollektif bilinçdışının modernleşmesi sebebiyledir, tıpkı gökdelen mimarisinin, benzer biçimde güç gösterisine/iktidar teşhirine yaraması gibi.
İkinci anlamı ise, Cumhuriyet’in, hem de gayet paradoksal biçimde, cahiliyye devri gibi takdim edilen yenileşme (gerileyiş/yıkılış) dönemi mimarisine nisbetle Osmanlı’nın yükseliş döneminin örnek alınarak emperyal gelecek tasarımının güçlendirilmesinden ibarettir.
Şöyle böyle ibadet tarafının süregelmesine karşın, asırlar içerisinde oluşan zengin nazariyatı, modern eğitim sebebiyle, kavranamaz hâle gelen bir din ile, teknolojisinden istifade edildiği hâlde bir türlü teorisi hazmedilmemiş bir bilim arasındaki gerginliğin ürettiği dindarlık, iktidar duygusunu minimalize etmeyi kolay kolay beceremiyor.

Bir yandan gökdelenleri, bir yandan minareleri büyütüyor.

VE ne acıdır ki gün geçtikçe küçük ve zayıf olandan tiksiniyor.

NOT: Üzücü olan şu ki bir imparatorluğun enkazından hiç değilse bir cumhuriyet aracılığıyla çıkıp hayatta kalmayı başarabilen bu toplum, narsisistik şişinmelerle geçmişini ve geçmişi üzerinden kendisini yüceltmeye alıştığı için, nedense geleceğini güzelleştirebilecek köklü eleştirilerden fevkalade rahatsız olmakta, tarihi sadece şişinmelerini onaylayacak değişmez bir öze dönüştürmeyi marifet bilmektedir. Oysa yaşam da, insan da değişiyor. Her asır değil, her gün değişiyor. Sonuç itibariyle, değişecek olanda direnmek, değişmemesi gereken ilkelerin savunusunu zorlaştırıyor. Bedeli ise, gecikmek, sadece gecikmek. Üstelik bu gecikme yüzünden canım bir şehrin (İstanbul), canım bir ülkenin (Türkiye'nin) asırlık görünümlerini kaybetmesine neden olmak. Ne tuhaf değil mi, İstanbul'u, kendi çocukları, akıl almaz bir hırs eşliğinde yağmalanacak bir "Troya" gibi algılıyor.(Nisan 2013)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder