19 Ekim 2008
Ne garip, dünyayı yorumlayabilmek için o
dünyanın kendisinden uzaklaşmak zorundayım. Hiç değilse bir süreliğine.
Hakkında konuşmak istediğim her şeyin dışında
durmak/kalmak kaçınılamaz bir zorunluluk. Gurbet yani. Yabancılaşma.
Yanımdayken sadece anlıyabiliyorum onu ama
ancak yabancılaştıkça, yabancılaşabildiğim takdirde açıklayabiliyorum.
Yabancılaşabildikçe kavrıyorum. Uzaklaştıkça, mesafe koydukça,
garipleştikçe, gurbeti hissettikçe.
Benden sor sırrını
mesafelerin, der bir defasında Tanpınar.
Ölümün sırrını.
Gecelerin sırrını. Hani o buz gibi,
duygusuz, tek başına, kala kala kararmış gecelerin.
Bir de boş sokakların, yağmur
birikintilerine gömülmüş kırmızı cadde eteklerinin.
Boş boş yürümenin, yalnızlığın,
gerçeğin, hatta gerçekliğin.
Sanki parmaklarım metalmiş gibi, metaldenmiş
gibi, hakikati metalden parmaklarla avuçluyormuşum gibi.
Dışına çıkılmadıkça hiçbir şey ne bütünüyle
açıklanabilir, ne de yorumlanabilir.
Yorumun sıhhatini temin edecek olan, pek tabii
ki dışarıya çıkış, dışarıda kalış, dışarıda oluş.
Her defasında dünyadan uzaklaşmak zorundayım,
açıklamak ve yorumlamak amacıyla dünyayı karşıma almayı istediğim her
defasında, dünyanın karşısına her geçişimde.
Karşımda duran şey: obje.
Üstünde durduğum şey: suje.
Dikkatle bakmalı şu iki ön-ek’e: ob (über/over) ve sub (unter/under).
Birini karşıma,
diğerini altıma alıyorum.
Başkasını, yabancı olanı karşıma, kendimi ise
altıma. Çünkü üstünde durduğum (kendisiyle kaim olduğum) şeyin adı: ben (subject).
Kendi kendimin karşısına nasıl geçeceğim?
Kendimin dışına nasıl çıkacağım?
Elbette yabancılaşarak, öncelikle kendime,
yani, neyi talep ediyorsam ona.
Pencerenin hangi tarafındayım bilmiyorum. Bir
evin içine mi bakıyorum, yoksa bir evin içinden mi?
Pencerenin hangi tarafındayım? Dışarıda mı,
içeride mi?
Sorunun kökeni yabancılaşmada. Gurbet
duygusunda yani.
Dünyayla aramdaki mesafe gittikçe açılıyor.
Uzaklaşıyorum.
Uzaklaşıyor.
Dünya sözcüğünü her kullanışımda, mutlaka bir önek’in yardımına başvurmak
ihtiyacı hissediyorum: dış-dünya.
Bu terimi şöyle de yazabilirdim: dış dünya.
Yazmadım. Çünkü ben terim olarak kullandığım
takdirde dış sözcüğünden bir sıfat
olarak istifade etmiyorum.
Dış
dünya bir sıfat tamlaması; dış da bir sıfat. Oysa benim lugatimde dış-dünya'nın dışı bir ön-ek. Dış-dünya ise birleşik ad. Bir bütün.
Dünyanın
dışı değil. Çünkü bir isim tamlaması değil.
Dışına
işaret edilen bir dünya da değil. Çünkü bir sıfat
tamlaması değil.
Dış-dünya, başka bir dünyanın adı. Yani bir
dünya hakkında konuşmuyorum. Yaptığım iş, dünyaların varlığını
belirginleştirmek.
En azından bir kendi dünyamın, bir de kendi
dışımdaki dünyanın. Dış-dünyanın. Yabancılaştığım dünyanın. Benden gayrısının.
Ötekinin. Uzaklaşanın. Uzaklaştıkça küçülenin. Aramızda mesafeler bulunanın.
Penceremi ne kadar tıklatırsa tıklatsın, sesini duymadığım, duymayacağım bir
dünyanın.
Kapımı yüzüne kapadığım dünyanın.
Artık anlaşılmış olmalı: dış-dünyanın.
Efendimiz, bana dünyanızdan üç şey sevdirildi,
diye buyurur.
Dikkat etmeli: dünyadan değil, dünyanızdan...
Sizin dünyanızdan, veya onların, başkalarının, insanların dünyasından, bir başka dünyadan, yabancısı
olduğum, aramda hep mesafeler bulduğum bir dünyadan, bana yabancı bir dünyadan,
dış dünyadan değil, dış-dünyadan, yani dünyanızdan.
Ne ilginç değil mi, insanın dışındaki dünya
sadece doğa’dan ibaret değil.
Doğada, kendimi bir dünyanın karşısındaymış
gibi değil, bir dünyanın içindeymiş gibi idrak ediyorum. Her kımıldanışımda
doğanın bir parçası olduğumu hissediyorum. Yabancılaşmak istediğim mekân doğa değil o yüzden, toplum.
Yabancılaşma duygularını kışkırtan, insanı
hicranın tâ içine gömen, her adımında onu gurbet buhranına sokan hep yine
insan.
İnsanın başı, türünün üyeleriyle belâda.
İnsanlarla.
Mesafe duygusunu insana veren de, insandan
alan da insan.
İnsana saygımı korumak için insanlardan uzak
duruyorum, sözü Dostoyevski’nin.
Hz. Pîr de vasiyetinde oğluna halktan uzak
durmasını söyler.
Kadere bakınız ki şimdi halkın hücumuna
uğrayan kendisi. Hem de gel, ne olursan ol yine de gel diye diye.
Geldiler ne yazık ki. Hem de hep birlikte, ticket’larla.
Hz. Pîr insanlara değil, insana hasretti.
Şems’e.
Hz. İnsan için insanları terketmişti.
İnsana yaklaşmak, insanına yakınlaşmak için
insanlardan uzaklaşmıştı.
Sen kamışlık veya sazlık sözünden çarşıyı mı
anlıyorsun ey talib?
Hz. Pir’in çarşıyı, çarşıdakileri, ney’in ise
diğer kamışları özlediğini filân mı sanıyorsun?
Başkalarıyla arandaki mesafeyi boşver de bak
bakalım kendinle arandaki mesafe nicedir?
Ölçmekte zorlanırsan, çekinme, benden sor
mesafelerin sırrını!
Söylerim.
Aynalarda suretim görünmez oldu çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder