25 Mart 2006
18-19 yaşlarında idim. 12 Eylül’ün üzerinden
henüz çok uzun bir süre geçmemişti. Ceketimin sol üst cebinde biriktirdiğim
yalın deneyimlerin etkisiyle olacak, kendi kendime şöyle bir karar almıştım:
Bundan böyle, kabul veya reddettiğim hiçbir şeyi bilmeden ne kabul, ne de reddedeceğim.
Tam çeyrek yüzyıl sonra, bugün, bu kararım
üzerine yeniden düşünmek imkânı bulduğumda, boyumdan büyük bir lâf ettiğimi
anlamakta, doğrusu pek zorlanmıyorum. Bu nedenle, kişinin kabul veya
reddettiklerinin tümünü eksiksiz bir biçimde sayıp sıralamasının ve dahası,
içlerinden seçtiklerini sadece bilme koşuluna bağlı olarak zihninde alıkoymasının, sanılandan çok daha güç bir işlem
olduğunu itiraf etmeliyim.
Önce işbu bilme koşulunu açıklığa kavuşturmam, yani evvelâ bilmenin ne anlama geldiğini bilmem, bilmiyorsam öğrenmem
gerekiyordu. Oysa ben, bilme’nin kendisini bilinmiş (ma'lum) olarak farz etmiştim. Bilinen veya bilinecek-olan bir şey
veya olgu hakkında bilgi toplamak ile o şey veya olguyu bilmek arasındaki fark, benim için neredeyse tamamen farkedilmemiş olarak kalmıştı,
daha da kötüsü, hemen hemen her genç gibi bilme’yi bilgi toplamak’la, bilgi
toplama’yı ise salt okumak’la karıştırmıştım.
Bu özel karar sebebiyledir ki fikir hayatımın
ergenleşme dönemi, bilme’nin ne olduğunu bilmeden, bilinen’i bilme koşuluna bağlayışımın yüksek
maliyetini ödemekle geçti.
Yorucuydu ama yine de çok zevkliydi.
Yunus'umuzun bilmek bilmeyi bilmektir/bilmek
kendini bilmektir mealindeki mısraları, farklı bir bilme türünü, tanımayı tanımlamaya çalışır, yani uzun yıllar boyunca önüme
almayı başaramadığım türden farklı bir bilme etkinliğini.
Sanırım bu da çok
doğaldı, zira o yıllarda benim görece bilgisizliğim, bilgi toplamak (malumat edinmek) ile bilmek (ilim) arasındaki farkın farkedilmemişliğine ilişkindi, bilmek (ilim) ile tanımak (irfan) arasındaki farkın
farkedilmemişliğine değil.
Nasıl olabilirdi ki zaten, o yıllarda tanımanın kendisi ve kavramı bir yana,
sözcüğüyle bile doğrudürüst tanışmamıştım.
Ne pahasına olursa olsun, bilmeliydim, bilmek
içinse okumalı, sormalı ve öğrenmeliydim. Bilgi toplamak suretinde bile olsa, bilmek, önümdeki karanlığı aydınlatmak bakımından ışık saçıcı olduğuna
inandığım tek araçtı. Ben de bu araca sıkı sıkıya sarılarak yoluma devam ettim.
Yalnızdım.
Garip ama, ölçütlerimi inceltmeyi denedikçe daha da yalnızlaşmıştım.
Başkalarınca döşenen raylarda giden bir tren katarına binmektense, yürüyerek
gitmek, belki daha maliyetli ve yorucuydu ama hiç kuşku yok ki çok daha
güvenliydi.
Kaybolmak pahasına, dilediğim arasokağa özgürce sapabilirdim. Niçin
saklayayım, o günlerde ben de kendi
sokağımda kaybolmuştum.
Malumatım arttıkça ve yol deneyimi kazandıkça
dikkatimin yavaş yavaş bilinenden
(malumat’tan) bilmenin (ilm’in)
kendisine doğru kaydığını farkettim.
Şimdi düşünüyorum da sanırım bu sonuç
kaçınılmazdı. Çünkü bilinen’nin niteliği —ister istemez— değişince ve her adımda
bilinenleri yeniden gözden geçirip düzenlemek ihtiyacı başgösterince, bilme’nin
kendisi bilinen’in önüne geçiyor.
Gençken elimde bir yığın hazır (olumlu ya da
olumsuz) yargı vardı, tabiatıyla bu yargıların bazıları doğru, bazıları ise
yanlıştı. Bense yargılarımın doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmak
istiyordum.
Peki ama, hiç değilse kendi adıma böyle bir
emniyeti nasıl sağlayabilirdim?
Elbette —nasıl tanımlamam gerektiğini bile
bilmediğim— bir bilme çabası aracılığıyla.
Bilme’nin kendisi meçhulüm kaldığı için
bilgilerimin doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmamam gerekirdi oysa. Ne
var ki genç zihnim birgün bu emniyetli duruma kavuşacağına çoktan inanmıştı
bile. Gerçekte zamanla farketmeye başladığı bilme’nin otoritesine yönelik
güveninden değil, bilme çabalarının yoğunluk ve sürekliliğine olan
güveninden.
Öyle ya, çölün ortasında ciğerlerim yanarken —serap dahi olsa—
içtiğim o suyun lezzetinden kim beni kuşkuya düşürebilirdi ki?
Kimse!
Tâ ki bilgi’nin
kendisi de bir perdedir, uyarısıyla karşılaşıncaya kadar.
Çaresiz, yeniden en başa dönmüştüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder