Sayfalar

ÜMİTSİZLİK


14 Ağustos 2010

İtimad-ı nefs.

Kısaca “insanın kendine güvenip dayanması” demek.

Anlamı da olumsuz. Çünkü, bir zamanlar, adına nefs de denilen ‘kendilik’in gerçekte pek öyle güvenilecek dayanılacak bir şey olmadığına inanılırdı.

İtimad-ı nefs’in bugünkü karşılığı ise özgüven.

Ne garip değil mi, anlamı da olumlu, varlığı da.

Özüne, yani kendine güvenmeyene değil aş veya eş, iş bile verilmez bugün.

Karşıtlık, iki farklı dünyagörüşü arasındaki karşıtlıktan kaynaklanıyor.
Geleneksel ahlâk anlayışımıza göre, insanın her dâim havf (korku) ile recâ (ümit) arasında olması gerekirdi, yani ne tek başına korku, ne de tek başına ümit. Korku ümit’le dengelenmeliydi, ümit de korkuyla.

Bu iki hâlin karşıtlarından da uzak durulması gerekirdi.
Neydi onlar?

Korku’nun karşıtı güven (emn) idi, ümid’in karşıtı ise ümitsizlik (yeis).
Yani emn ve yeis, insanın muhakkak kaçınması gereken olumsuz uçlardandı. Geleceğe güvenmemeli ve fakat her ne hâl olursa olsun gelecekten büsbütün ümit de kesilmemeliydi.

Yapılması gereken belliydi: korku’yla ümit arasında olmak.

Havf ile recâ arasında.

Lorsque l’espérance est extrême, elle change de nature et se nomme sécurité ou assurance, comme au contraire l’extrême crainte devient désespoir.
Ümit artarsa tabiatı değişir, emn u yakîn adını alır, buna mukabil korku artarsa ümitsizliğe dönüşür.

Bu tesbit, bir Fransız düşünüre ait. Descartes’a.

Eskilerin açıklamalarını beğenmediğini açıkça dile getirmiş olsa bile Descartes’ın kendisi de aynı ahlâki tabloyu kullanır.

Bir tarafta elde edilmesi gereken iki hâl: crainte-espérance (korku-ümit)

Diğer taraftaysa kaçınılması gereken iki hâl: sécurité-désespoir (güven-ümitsizlik)

Aşırı ümidin güvene, aşırı korkunun ise ümitsizliğe dönüşmesini engellemek geleneksel terbiyenin hedefleri arasındaydı. İtimad-ı nefs de bu yüzden hoş görülmezdi. Çünkü “ne olacağı belli olmaz”dı.

En sağlıklısı biraz korku, biraz ümitti.



Peki ya korkunun ümitsizliğe dönüşmesi?
Ümitsizlik, ah o can yakıcı, o mel’un, o sinsi şeytan!
Efendimize “Yunus gibi olmaması”nı hatırlatır Kur’an. Yunus gibi ümitsizliğe düşmemesini. Kaçmamasını. Onun gibi bir sahile fırlatılıp terkedilenlerden olmamasını.
Yakub’un tavsiyesidir: Yusuf ve kardeşi aranmalı ve Hakk’dan aslâ ümit kesilmemelidir.




Ümitsizliğin nasıl bir şey olduğunu mu merak ediyorsunuz veya yardımdan ümidini kesmiş bir kalp mi görmek istiyorsunuz, Flavitsky’nin "Prenses Tarakanova" (1864) adlı tablosunu muhakkak temaşa etmelisiniz.

St. Petersburg’lu bir ressam Konstantin Dimitriyeviç Flavitsky (1830-1866), fakat şah-eseri Moskova’da. Galeri Tretyakov’da.

Tek kelimeyle, üç asırlık Rus resminin şâhikalarından.

Sovyet hükümeti bile, 1980’de, Flavitsky’nin 150. doğum yıldönümü münasebetiyle tablonun hatırına bir pul bastırmayı ihmal etmemişti.
* * *
Yelizateva Alekseyevna Tarakanova...

Rivayete göre, Çariçe Yelizaveta’nın Kont Aleksey Razumovsky’den olma gayr-ı meşrû kızı.

1762’de tahtı ele geçiren Çariçe II. Yekaterina döneminde tahtta hak iddiasıyla ortaya çıkar(ılır.) En nihayet yakalanır ve tutuklanıp Petro-Pavlov Kalesi’ne hapsedilir. Çok geçmeden de bu zindan ona mezar olur. Hem de gencecik yaşında. Tam yirmi yaşında.

Sanatçı, Tarakanova’nın trajik ölümünü ebedî bir hikâyeye dönüştürmüş, ve 1777’de vuku bulan bir su baskınında Prenses’in ölüm karşısındaki çaresizliğini ustaca resmetmiştir.
Hücresine dolan nehir sularının hışmından korunmak üzere yatağının üzerinde âdeta son dakikalarını yaşayan genç prensesin içine düştüğü yıkıcı ümitsizlik âdeta tecessüm etmiş gibidir.

Hiçliğin sınırına gelmiş bir ruh-ı mücessemin eriyişi..

Havanın, suyun, demirin, kalbin soğukluğu...

Angst’ın ta kendisi. Karşımızda. Ölüm.

Ürkütücü.

Heybetli bir tablo. Diz çöktürücü. Boyun eğdirici. Çünkü gerçek bir sanatçının muhayyilesinin mahsûlü. Hayâlin gerçeğe galebe çalması.

Bu arada gerçek de ne ki?

Küçük bir ayrıntı.

Petro-Pavlov Kalesi’ndeki ünlü su baskınının tarihi 1777.

Flavitsky’nin muhayyilesi Prenses’in ölümünü bu vakıayla birleştiriyor. Oysa genç kadın bu tarihten iki yıl önce, 1775’te ölmüştür. Tüberküloz’dan.

Tablo’ya dikkatlice bakınız, tarihçilerin yalan söylediklerine inanacaksınız.

1775’te tüberkülozdan ölen zavallı prensesi 1777’de su baskınında öldüren sanatçının dehası karşısında eğiliyor ve tarihî gerçekleri sana teslim ederken o edebî yalanı kendime ayırıyorum ey talib!

Hissene iyi bak, gerçeğe. Usulca sar, sakla, koru onu.

Ki gerçekliğin gerçeğiyle değil, bir tek hayâliyle ölelim.

Not: İlgilenenlere “Quo Vadis?” (20.II.10) başlıklı yazımı bir kez daha okumalarını ve ardından Prenses Tarakanova ile Caravaggio’nun resmettiği Aziz Petrus’un bakışlarını karşılaştırmalarını öneriyorum. İtimad ediniz lütfen, aradaki fark, havf ile heybet arasındaki fark kadardır.

Mezkur yazı için bkz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder