— Ya Tanrı
hakkında yanlış bir şey söylersem?
— Korkma, Tanrı seninle! O senin yanlış bir şey
söylemene izin vermez!
— Peki ya Tanrı
hakkında doğruyu söylersem?
— ! ! !
* * *
Sanırım hayatımın en büyük hatalarından
biriydi.
Yıllar önce bir grup (yüksek lisans
seviyesindeki) İlâhiyat öğrencisine Mantık dersleri veriyordum. Bir dostum rica
etmişti. Hem istekli, hem yetenekli, hem de gayretliydiler. Benim için (sanırım
onlar için de) verimli geçmişti o uzunca dönem. Ne de olsa mağaramdan çıkmıştım
ve tutkulu gözlere hasrettim.
Ders aralarında, hatta bazen ders esnasında
Mantık ve Felsefe’nin sınırları dışına çıkıyor, genel kültür meselelerimiz
üzerine de lâflıyorduk. Çünkü nazarımda hepsi de dinlerine bağlı, temiz, saf
Anadolu çocuklarıydı ve tabiatıyla İslâmî ilimleri tahsil etmekle meşgul
olurlarken, düşünce ve sanat dünyasına yaklaşmaları pek mümkün görünmüyordu.
Bir şeyler yapmalıydım.
Dersler sona erdiğinde, kendilerine (aklım
sıra onları ödüllendirmek amacıyla), gelin birlikte bir film seyredelim ve
üzerine tartışalım, dedim.
Demez olaydım.
Teolojik bir film seçmiştim. En sevdiğim
filmlerden birini. Martin Scorsese’nin Nikos Kazancakis’in romanından
uyarladığı The Last Temptation of Christi (1988).
Unutmak ne mümkün, filmin müziği, Peter Gabriel’in
Passion albümündendi.
Kazancakis’in İsa yorumunu önemsiyordum. Çünkü
Batı’da bilhassa Ernest Renan’ın La vie de Jésus (1863) kitabıyla
başlayan ve oradan bize de sirayet eden peygamber imagosunu dünyevileştirme
çabalarına ilişkin seçkin bir örnekti. Kilise’nin resmî yorumları tam tersine
çevriliyordu. Bu İsa, bambaşka bir İsa’ydı. Beşer İsa. Tanrı gibi değil, insan
gibi. Ecce Homo! İsa filmleri
arasında hermeneutik açıdan en iddialısı. Doğrusu, Scorsese de en önemli
işlerinden birini çıkarmış, sinema tarihine ikinci büyük imzasını atmıştı.
Zihinlerindeki İsa tasavvurunun tam aksiyle
karşılaşacak olmaları, öğrenciler için büyük sorun olmaz diye düşünmüştüm,
çünkü zaten tartışma konumuz buydu ve önümüzde elverişli bir sinema metni
vardı. En nihayet Hıristiyanlık açısından bile kabul edilemez bir yorumu
değerlendirecek; text ile con-text arasındaki o ünlü gerilimin
tellerine dokunacaktık.
Asıl sorun, filmdeki kısa süren bir erotik sahne idi. Mecdelli Meryem’in
(Maria Magdelana’nın) geçmiş yaşantısına atıfta bulunan genelev sahnesi.
Ayrıntılara takılmamaları için çocukları
önceden uyardım, ve bu kadarına tahammül edebilirseniz filmi seyredebiliriz, dedim.
Bir iki tanesi hariç teklifimi kabul ettiler. Izdırap içerisinde filmi
seyrettik.
Işıklar yandığında, baktım ki herkes şokta.
Kireç gibi yüzler. Ne diyeceğini bilemez bir halde bakan, şaşkın, utanmış
gözler.
Sustuk ve dağıldık.
Benimkisi de sanki bir
başka çağrıydı: günaha son çağrı.
Yazımın girişinde aktardığım diyalog İsa’yla
manastır arkadaşı arasında geçiyordu. Çölde.
Peki ya, Tanrı hakkında doğruyu söylersem? ...
Tüm sorularına cevap veren ve onu
yüreklendiren arkadaşı susmuştu. Bu sorunun cevabı yoktu çünkü.
Ya doğruyu söylersem? ...
Geçen Zaman gazetesinde yer alan satırları
okuyunca hatırladım bu hikâyeyi. Konu yine İsa’ydı. Bu sefer de başka açıdan.
Hazret-i İsa’nın son 12 saatini anlatan Tutku (The Passion of the Christ/2004)
şüphesiz Hz. İsa filmlerinin en çarpıcı, etkileyici örneğidir. İsa Peygamber’e
yapılan işkence neredeyse bütün teferruatıyla anlatılır. Mel Gibson’ın
yönetmenliğini yaptığı filmde kanlı sahneler o kadar ürkütücüdür ki insanın o
kareleri seyretmeye yüreği dayanamıyor. Böyle bir filmi İslamî hassasiyeti olan
bir yönetmen çekebilir mi? Hayır!
Bir kere İsa Peygamber’i sureten canlandırmayı onun
hatırasına saygısızlık sayar. İkincisi Kur'an ve hadis gibi kaynaklarda olay
başka türlü anlatılır. Hz. İsa’nın “Baba, beni yalnız mı bırakıyorsun?” gibi
şüphe içeren bir laf etmesi asla düşünülemez.
Doğru tesbitler de ihtiva eden bu satırlarda
tashihe muhtaç ciddi noktalar var. En azından tartışmaya değer noktalar. Meselâ
şu itirazı ele alalım:
Hz. İsa’nın ‘Baba, beni yalnız mı bırakıyorsun?’ gibi
şüphe içeren bir laf etmesi asla düşünülemez.
Niçin düşünelim ki, bilâkis hissetmek gerek.
Anlamak gerek. Düşünmeye gelince, niçin düşünülemesin, pekâlâ düşünülebilir de.
Hem de Kur’an’ın teyid ve teşvikiyle.
Dilerseniz, şu ayeti (Yusuf: 110) hatırlayalım:
... حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ (Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hâle
geldiklerinde...)
Elmalılı H. Yazır’ın çevirisi böyle. Bir de M.
Esed’in çevirisine bakalım:
... when
those apostles had lost all hope...
(Elçiler neredeyse bütün ümitlerini kaybettikleri vakit...)
Demek ki peygamberlerin bile ye’se düştükleri,
umutlarını kaybeder gibi oldukları anlar varmış! (Bu hâl ismet sıfatına aykırı değildir; dileyen, ehline müracaat edebilir!)
Efendimizin talebelerinden İbn Abbas, bu
ayetle birlikte şu ayeti (Bakara: 214) okumayı da çok severmiş:
حَتَّىٰ يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَىٰ نَصْرُ اللَّهِ (Nihayet peygamber ve yanındaki müminler, Allah’ın
yardımı ne zaman gelecek, diye feryad ettiler.)
Bu ayetteki الرَّسُولُ (peygamber) kelimesi cins u istiğrak ifade ettiğinden, mânâ diğer
peygamberlere de şâmildir.
Ηλει ηλει λεμα σαβαχθανι!
Rabbim, Rabbim, niçin benden vazgeçtin?
İncil’deki tek Aramice ifade!
Matta ve Markos versiyonlarında.
Bir âşık-ı sadıkın feryadı. Bir insanın.
İnanmış bir elçinin. Vuslat öncesi son feryad, son naz!
Meseleye biraz daha dikkatlice nazar edilirse,
böylesi feryadların düşünülebilir
değil, hissedilebilir olduğu da görülecektir.
Hissedilirse anlaşılacaktır. İnanmış bir adamın inandığından ümidini keser hâle
düşmesi gayet tabii bulunacaktır.
Bakınız, Mehmed Akif, ne demiş bir defasında!
Madem ki ey adl-i İlahî yakacaktın ...
Yaksaydın o
mel’unları... Tuttun bizi yaktın!
(...)
Yetmez mi mus’ab olduğumuz bunca
devahi?
Ağzım kurusun ... yok musun ey adl-i İlahi!
Evet, böyle
demiş.
Yanmış da demiş.
* * *
Şairler
dervişlerin kardeşleridirler. Naz ehlidirler. Gönül ehli.
Naz vakti!
O halde ses verelim
ki ses versin!
Heybetiyle
gelsin, bir kere daha, “Buradayım, korkmayın!” desin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder