7 Aralık 2008
Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.
Huzursuzluğun
Kitabında böyle söyler Portekizli yazar Fernando
Pessoa.
Geçenlerde bir dost sesiyle farkettiğim bu
cümle günlerce zihnimde yankılandı durdu.
Kalp düşünebilseymiş, atmaktan vazgeçermiş.
Dururmuş yani. Ölürmüş. Sahibini öldürürmüş.
Hakikaten de böyle mi olurdu acaba?
Kalp düşünebilseydi, gerçekten de atmaktan vaz
mı geçerdi?
Sanmıyorum.
Kalple düşünebilmeyi mümkün gören bir
geleneğin çocuğu, düşünen bir kalbin duracağına inanmaz. İnanamaz.
Siz kalpsiz misiniz, hiç düşünmez misiniz, sorusuyla, ısrarla benden kendime gelmemi talep eden bir kitabın ışığında
bakmışken dünyaya, hem de asırlarca, nasıl inanabilirdim düşündüğüm takdirde
kalbimin duracağına?
Kalpleriyle düşünenlerin inşâ ettikleri bir
geleneğin mirasçılarıyız. Kalpleriyle düşündükleri için düşüncelerini şiirin
sînesine emanet eden bir geleneğin. Şiirleştiremedikleri takdirde düşünceyi
hep kuru ve yavan bulan büyük ustaların.
Kalbimizle düşünürdük düşünmeyi kendimize yol
edindiğimiz çağlarda. Hani o, düşünmezsek ölürüz diye düşündüğümüz çağlarda. Kalbimizle de düşündüğümüz çağlarda.
O hâlde, kalpsizlerin düşünemeyeceklerine
inanmışken, aklın iktidarını bile elinden aşk ile almışken, nasıl
kabullenebiliriz kalbin sırf düşündüğü/düşünebildiği için atmaktan
vazgeçeceğine? Öleceğine?
İnanmak yetmez ey talib, görebilmelisin de!
Görebilmeli ve gösterebilmelisin.
Kalbinle de düşünebileceğini.
Düşünürsen, düşünmeye muktedir olursan,
kalbinin atmaktan vazgeçmeyeceğini.
Akla haddinin aşk ile bildirilebileceğini.
Pessoa’nın bu aforizmasıyla ilk
karşılaştığımda, hemen küçük bir müdahalede bulunmak ihtiyacı hissetmiştim.
Bilinçsizce.
Kalp düşünebilseydi, çarpmaktan vazgeçerdi.
Hiç düşünmeden, daha ilk anda atmak fiili yerine çarpmak fiilini yerleştirivermiştim
cümleye.
Önce, bunun dil düzeyinde bir rahatsızlık
olduğunu sanmıştım. Selîka meselesi, zevk-i selim filan denilerek
geçiştirilebilirdi. Fakat bir süre sonra çatışmanın dil düzeyinde olmadığını
farkettim. Bilinç düzeyindeydi.
Kısacası, rahatsızlık bilincimdeydi, ama
bilinçsizceydi.
Metnin orijinaline uygun olanı da belki budur,
bilemem. Çünkü orijinaline, yani Livro
do Desassossegoya bakamam.
Oysa dikkat edilirse görülecektir ki kalbin atmaması ile çarpmaması arasındaki fark, fark-ı azîm. Çünkü düşünmeyi
becerebilen kalp atmaktan vazgeçerse/vazgeçmişse, durur. Fakat çarpmaktan
vazgeçerse/vazgeçmişse, bu sefer durmamış, sadece heyecanını ve coşkusunu
yitirmiş demektir.
Bu arada, coşkusunu yitirmiş bir kalp de zaten
ölmüş sayılır ki bu takdirde aradaki fark da ortadan kalkar şeklindeki bir
itirazı duymamazlıktan gelemeyiz.
Gelmiyoruz da nitekim. Duyuyoruz. Gönlümüzde. Anlamın salınımını zevkle
seyrediyoruz. Kalbimizde. Tüm
kıvrımlarını, tüm renklerini, tüm seslerini idrak ediyoruz. Yüreğimizde.
Hâsılı, akılla hisler, duygularla düşünceler
arasındaki karşıtlığı sedef kaplı bir inci gibi idrakimize sunduğu için,
Pessoa’nın aforizmasını, bütün doğallığıyla, âşina bir sesin sıcaklığıyla
algılıyoruz. Huzursuz bir adamın sesinin sıcaklığıyla. Çarpan bir kalbin
coşkusuyla. Duyguların sıcaklığının kalbin sıcaklığından, düşüncelerin
soğukluğunun ise dimağın/beynin soğukluğundan kaynaklandığı inancıyla.
Lâkin her hâlukârda kavramak ve
kavradığımızdan emin olmak istiyoruz.
Bir kez daha düşünmek istiyoruz.
Kalbimizle. Gönlümüzle. Yüreğimizle.
Coşkuyla.
Şiirin eşliğinde.
Bazen de bulantıyla.
Tıpkı deniz kenarında şişmiş bir köpek leşinin
kararmış bir martı gagasınca biteviye didiklenmesine dayanamayıp suya atlayan o
küçük çocuğun hıncını gözlerinden okurcasına.
Huzursuzca.
Çengelköy’de. Çınarın altında.
Düşünmeye adandığı için çarpmaktan vazgeçmiş
bir kalbin hüznüyle.
Hep yalınız.
Ey talib, kelimeleri, kavramları bir kenara
bırakıp hakikatin kendisini talep et Hak’tan.
Gözlerinin içinde kaybolduğun sevgilinin gözlerinden
gayrısını görmemeyi.
Çarpan bir kalbi.
Yaşamı.
Tüm kusurlarıyla.
Bir tek görmeyi
iste o’ndan. Hüsn ü cemâlini.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder