Sayfalar

CEBRAİL'İN KANATLARINA DEĞEBİLİR MİSİN?


30 Mayıs 2009



Nazım ve nesir.

Bugün nazım’ın (nazm) karşılığı yok Türkçe’de. Denilen sadece şu: vezinli, kafiyeli söz dizisi, yani şiir.

Dilerseniz, bu listeye manzum ve manzume sözcüklerini de ekleyebilirsiniz.

Nazım’ın a'sı biraz uzatılarak kullanılırsa, şu tesadüfe bakın ki, önce bir şairin adı gelir akla: Nâzım Hikmet. 

Hani derler ya, ismiyle müsemmâ, aynen öyle.

Fakat hepsi o kadar!




Hafızalarını biraz zorlayanlar, belki bir zamanlar Belediye seçimleri öncesinde sık sık kulaklara çarpan şu nâzım plan lâfını da hatırlayacaklardır.

Başka?

Genç nesiller irtibat kurmayı becerebilirler mi bilemiyorum ama, bir de nizam var. Siyasî ve askerî bir terim nizam(iye) ve tabii ki aynı kökten gelen intizam, muntazam ve tanzim.

En tanınanı: nizam-ı âlem, yani cihana düzen vermek, cihanı adaletle yönetmek.

(Dikkat lütfen, âlem’in karşılığında cihanı kullandım, evreni değil. Çünkü evren mânâsıyla âleme nizam vermek beşeriyetin harcı değildir.)

Niçin nizam ve intizam sözcükleri siyasî/askerî terimler olarak kullanılır?

Toplumun ortası (ordusu), en çok nizam ve intizama ihtiyaç duyan yeridir de ondan.
Orta bozulursa, çevre de bozulur. Çevre, yani çarşı.

Çevreyi dağılmaktan koruyacak olan ortasıydı.

Tanzimat bile, öncelikle orta'nın tanzimiydi.

Peki orta’yı ne korurdu, nasıl korurdu, o da bir bahs-i diğer!

Bugün Türkçe’de nesir (nesr) için verilen karşılıklar üç aşağı beş yukarı aynı: serbest yazı, düz yazı.


Şiirin tam karşıtı.

Belli bir ölçü ve ahenge bağlı olmaksızın söz dizimi kurallarına uygun anlatım şekli.

İlginç olanı şu ki manzum olanda mevzun olmak zorunluluğu aranırken, mensur olanda (düz yazıda) böyle bir şartın aranmaması.

Arapça nesr sözcüğünün kökünde dahî aynı şekilde intizamsızlık, dağınıklık, parçalanmışlık manâları bulunmakta.

Mensur olan, ölçüsüz olandır. Bir düzeni, bir ölçüsü, bir ahengi bulunmayandır.

Tekrar edelim: Şiirin tam karşıtı!

Bir zamanlar, şiir denildiğinde akla ölçü gelirdi, yani bir zamanlar ancak manzum ve mevzun (=vezinli/ölçülü) sözlere şiir denirdi. Şiirin dizili, düzenli, tertipli, ölçülü olması beklenirdi.

Daha doğrusu, dizili, düzenli, tertipli, ölçülü olduğu içindir ki şiir tüm sözlerin sultanıydı. (Meselâ şimdi mısrâ yerine dize diyoruz. Dizmek’ten, dizilmek’ten.)

Keza Kur’an-ı Kerim’in metninden söz edilirken, nazm-ı Kur’an demek âdetti.

Akif’in şu dizelerini hatırlayınız:

Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına
Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına!

Şiirin bu denli ayrıcalıklı kılınmasının psikolojik değil, bilâkis teknik sebepleri yeterince tartışılmış mıdır acaba?

Bilmiyorum.

Şiir, esasen fikrin, düşüncenin mahsulü değil. Daha teknik bir tabir kullanacak olursak, şiirin zemini akıl (raison) değil, muhayyile (imagination), yani duyular ve duygular.
Sorun tam da burada kendini gösteriyor:

Genelde aklî olanın düzenli ve ölçülü olması, hissî olanınsa düzen ve ölçüden uzak bulunması beklenir. Halbuki nazım ve nesir sözkonusu olduğunda durum tam tersi.

Asırlarca duygular zemininde inşâ ve inşâd edilen şiirde düzen, ölçü, uyum aranırken, aklın hükümfermâ olduğu nesir alanında şeklen bir düzen, ölçü ve uyum şartı aranmadı.

Şiirin içeriğinin/anlamının bir ölçüye uygun olması gerekmediği hâlde, niçin bu içerik ve anlamın muhakkak ölçülü formlar halinde ifade edilmesi gerekti acaba?

Bu sorunun cevabı aranırken, nazmın, mânânın karşıtı olarak kullanıldığı hatırlanmalı. Çünkü şiirin manzum ve mevzun (düzenli ve ölçülü) olması gereken yanı maddesi (içeriği) değil, sureti (formu) idi. Daha farklı bir biçimde söylersek, nazım-nesir ayrımı formel bir ayrımdı.




Farsça bilmeyenler için, tabiatıyla, Mesnevî’nin mânâsı değerlidir, formu değil. Bu yüzden okuduğumuz en çok Mesnevî’den hikayeler. Oysa Mesnevî’yi Mesnevî kılan, sanıldığının tam da aksine, içeriği ve mânâsı değil, formuydu. Hikmetin manzum ve mevzun bir surette dile gelmiş olmasıydı. Bir anda, bir çırpıda, olduğu gibi. Hz. Pir bilinmeyen değil, bilinen hikâyeler anlattı, ama bir başka anlattı.



Kur’an-ı Kerim’in ifadesi sözkonusu oldukda, âlimler, i’cazı, sadece mânâda değil, ifadede de aradılar. Onlara göre Kur’an, mânâsıyla değil, ifadesiyle de âciz bırakıcı idi.
Muhataplarınca hiç bilinmeyen şeyler anlatmadı, bilakis anlattıklarının büyük bir kısmı biliniyordu.

Etkileyici olan, anlattıkları kadar, anlatış biçimiydi.

Kur’an, muhataplarıyla bir başka konuşuyordu.

İmdi, o bir başkanın peşinde olanlar nerede?

Yani usul’deki aslı arayanlar nerede? Düzen, ölçü ve uyum arayanlar?

Sözün özü, akıl nizam veren, tanzim edilendir, erildir bu yüzden. Muhayyile ise nizama muhtaç olan, intizama sokulması gerekendir, ve bu açıdan dişildir.

Bilim ve felsefenin temelini aklın, din ve sanatın temelini ise muhayyilenin teşkil etmesi sebepsiz değildir.

Cebrail'in döllediği rahim dimağ (akıl) mı, kalp (muhayyile) mi?

Bu soruyu yanıtlamaya kalkışmazdan önce ilhamın yeri bellenmeli, sonra derecesi.

Yeryüzünü hangi yetilerinle kavrıyorsun ey talib, gökyüzünü hangi yetilerinle?

Kavrayabiliyor musun?

Cebrail'in kanatlarına değebiliyor musun?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder