10 Şubat 2007
Bir hakikat talibi, irfan yolunda yürümeye
azmettiği ilk günlerde, rüyasında kalbini secde ederken görmüş. Şaşırmış
tabii. Hayretler içinde kalbinin secdeden kalkmasını beklemiş, beklemiş,
beklemiş. Fakat kalbi bir türlü secdeden kalkmak bilmemiş. Ne yapacağını
şaşırmış, kan ter içerisinde rüyasından uyanıvermiş. Çevresinde ne kadar tanıdığı bildiği,
güvendiği zat varsa, huzurlarına gidip kendilerinden bu rüyayı tabir etmelerini
istemiş. Fakat kimse rüyasını tabir etmemiş. Çünkü bu zatlar, bizzat tecrübe etmedikleri
bir hadiseyi (kendilerinin görmekten mahrum oldukları bir rüyayı) yorumlamayı
hiç de edeble mütenasib bulmamışlar. Derken, içlerinden biri, filan şehirde bir
zat var, onun yanına git, belki o sana yardımcı olur, diye nasihatta bulunmuş.
O da üşenmeyip o şehre gitmiş. Selâm verip huzura çıkınca, zihnini meşgul eden
malum soruyu biraz dolaylı olarak sormuş:
— Efendim, demiş, kalp secde eder mi?
Şeyh efendi tebessüm edip kendisine şu cevabı
vermiş:
— Elbette eder, hem de ebediyete kadar!
Bu cevap üzerine, Şeyh efendinin, düşünün
kendisine düştüğü kimselerden olduğunu anlayıp bir daha o zatın yanından
ayrılmamış.
* * *
Eylemek için önce istemek gerekir,
eyleyebilmek için önce istemelisiniz.
İstediğinizi eyleyebilmek için, istemek
yetmez, eyleyebilecek güce de sahip olmalısınız.
İrade ve kudret, bir fiilin olmazsa olmaz
koşulu. Bunda kuşku yok! İsteğiniz ve gücünüz yoksa eyleyemezsiniz çünkü.
İstek gücü, güç ise eylemi meydana getirir.
İbadet de —tıpkı âdet gibi— bir nevi
tekrardır. Bu iki tekrarlama işlemini birbirinden nasıl ayıracağız?
Sözgelimi
sürekli yemeklerden önce el yıkamak ile namazlardan önce abdest almak arasındaki ayrımı mümkün kılan ölçüt nedir?
Eskiler, ibadet ile âdeti birbirinden ayırmak için
zorunlu bir şartın varlığına işaret etmişler: niyet.
Yani eyleme bir şuurun, bir bilincin eşlik
etmesi.
İbadet’i âdet’ten ayıran işte bu yönüdür: bilinçli yapılıyorsa, yani eyleme bir bilinç eşlik ediyorsa ancak, tekrarlanan o
eylem ibadet vasfını kazanır.
Niyete hareket, hareket değildir, meyldir
sadece, temayüldür. Hareketin anlamı, hareketin kendisinde değil, harekete
geçiren sebepte, yani amaçtadır. Amacını bilmediğiniz bir harekete anlam
veremezsiniz.
Bir eyleme anlam verebiliyorsak, bu, o eylemin
amacını, yani eylem sahibinin niyetini kestirebiliyor oluşumuzdandır.
Kestiremeseydik, anlam da veremezdik.
Kalbin secdesi, âzaların secdesi gibi
değildir. İnsanın âzaları, yüzü ve elleri secdeye gider. Burası açık. Fakat
âzalar secdeye gittiği gibi secdeden gelir de. Yani insan ne kadar secdeye
kapanıyorsa, o kadar da secdeden kalkar. Kalkamayacak olduğunu bilen kaç kişi
secdeye gider?
Azalar kalkabildikleri sürece secdeye
kapanırlar. Kalp ise kalkmamak üzre ve kalkmamak niyetiyle secde eder. Bir kere
secdeye kapanmaya görsün, bir daha kalkmaz, kalkmayı istemez, beceremez de
zaten.
Ey talib, asıl marifet kalbin secdesidir,
âzaların secdesinden maksad da kalbi secdeye davettir.
Sen bak bakalım, kalbin
hiç secde ediyor mu?
Nedir secde, diye soruyorsun.
Bir kere daha söyleyeyim: Secde hiç olmaktır,
hiçleşmektir.
Hiçleşmek ise, aslâ bir daha kalkamayacağın bir biçimde yüz
sürmektir toprağa!
Sen bu secdenin izini, alınlarda değil,
kalplerde ara!
Eğer bir kalpte bu türden bir secdenin izini buluyorsan, hiç
tereddüt etme, yüz süreceğin toprağı bulmuşsun demektir.
O hâldeyken bırak kalbin o kalbe secde etsin!

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder