10 Aralık 2006
Fakir
(muhtaç) olmak, deyince acaba ne
anlıyoruz?
Fakirlik,
kendisinden utanılacak bir hâl
midir, uzak durulabilecek bir araz
mıdır? Gerçekten de geçici midir?
Fakirlik,
ne tür bir yokluk hâlidir?
Nasıl bir
yoksulluk ve/veya yoksunluktur?
Bu
soruların yöneldiği saha, düşünme’nin önünden çekildiği günden itibaren,
fakr’ın özü kararıverdi. öyle ki insan, fakrı(nı) göremez hâle geldi.
Kabul etmeliyiz ki bugün fakr ne yazık ki düşünülemez olandır. Düşünülmesi istenilmeyendir.
Fakir olmak, insanın özüne ait bir keyfiyet olarak anlaşılmıyor, gelip
geçici bir hâl, maddî, ekonomik yoksunluk olarak farzolunuyor.
Uzak durulması,
aşılması, kaçınılması gereken bir hâl. İnsana değil insanlara, bireye değil topluma,
cevhere değil arazlara özgü bir
hâl. Arazın arazı.
Biz
böyle düşünmüyoruz. Daha doğrusu, düşününce, hakikatin hiç de böyle olmadığını
görüyoruz.
Soruşturduğumuzda, gınanın
(zenginliğin) nasıl ki hakikatte maddî olanla, iktisadî olanla ilgisizliğini
farkediyorsak, fakrın (yoksulluğun)
da sıfat, hâl, araz gibi ikinci
dereceden bir nitelik olmadığını, aksine bu kavramın, insanın özünü açığa
çıkaran birkaç soylu vasıftan biri olduğunu anlıyoruz.
Fakirlik
insanın şânındandır, gördüğümüz/bildiğimiz saf hakikat bu!
Varolanların
varoluşu, ya kendilerindendir, ya başkalarındandır; yani varolmak için ya bir
başkasına muhtaçtırlar, ya değildirler.
a) Varolmak için başkasına borçlu ve muhtaç
olmayanın varlığı zorunludur, vacibdir.
Varlığı zorunlu olanın ise, varolmaması düşünülemez. Çünkü varlığının sebebi,
zaten kendisidir. Kendisinden gayrı kendisini vareden bir nedene ihtiyacı
yoktur. O hep vardır.
b) Varolmak için başkasına muhtaç olanın
varlığı ise zorunlu değildir, mümkindir, yani varolabilir de, varolmayabilir de. Varoluşunu, kendisini vareden
neden(ler)e borçludur. Varlığının öncesinde yokluk vardır, yani var olmadığı
(yok bulunduğu) bir zaman vardır (mesbuk bi’l-adem). Yokken varolmuştur çünkü.
İnsanın
varoluşu, işbu ikinci kategoride alınabilir. Varolmadığımız bir zaman vardı.
Varoluşumuzu kendimize değil başkasına, başkalarına borçluyuz. Varolmak için
başkasına muhtacız.
Demek ki
insan, sıfatları itibariyle değil, zatı/özü itibariyle de fakirdir. Varoluşunun nitelikleri bakamından değil, bizzat varoluşu bakımından da
başkasına muhtaçtır.
Fakr insanın özüdür.
Şöyle de diyebilirdik: İnsanın
özü fakr'dan ibarettir.
Burada en basitinden bir kelime oyunu mu yapılıyor?
Hayır!
Dikkat edilirse, yargı iki biçimde dile getirilmek suretiyle, insanın özü ile fakr kavramlarının birbirlerine müsavi oldukları gösterilmeye çalışılıyor. (Fakr yargının hem konusu, hem yüklemi olarak kullanılse bile, her iki halde de anlam değişmiyor.)
Özünde
fakir olanın gına, istiğna, gurur,
kibir, tekebbür gibi sözde-gösterilere kalkışması ne acı!
İnsan
sadece varoluşu için başkalarına muhtaç değildir, varoluşunu sürdürebilmek
bakımından da yoksuldur, var kalabilmek için de başkasına (gayra) muhtaçtır.
Varoluşunun sebebi kendi içinde değil, dışındadır.
Özetleyelim: Varolabilen varolmayabilirdi. O hâlde, varolabilen, yok da olabilir.
Kısacası,
varlığa gelirken de fakiriz, varolduktan sonra da.
Ne mutlu o
fakirlere!
Ganî
olan sadece VARLIKtır, bir tek o geçici değildir. O sürekli olandır. Daim olan,
bâkî olan sadece O’dur. (Hüve’l-Bâkî)
Varolanların
herbiri VARLIKtan pay alır. Herbir varolan, varoluşunu VARLIKa borçludur, varlığında
O’na muhtaçtır; varlığa gelebilmek için de, var kalabilmek için de. الفقر فخري و به افتخر (yoksulluğum övüncümdür)
buyuran Efendimizin (s.a) işaret ettiği hakikati unutmuş olan bizlerin —hem de
hiç utanıp sıkılmadan, üstelik yüzümüz de kızarmadan— zenginlik yarışına çıkmamız
karşısında adeta semâ ağlıyor, şımarıklığımız yüzünden kendisi kahr olmakla kalmıyor, bizi de kahrediyor.
Kendi sevgilimize, kendi
özümüze hançeri başkası değil, biz saplıyoruz.
Yoksulluğumuzu duymak ve
duyurmak istemiyoruz.
Sanki fakrımızı idrak etmekten korkuyoruz.
Ne hayvanî bir korkudur bu!
Hz. İnsan’ı kahreden bir korku.
Melekleri bile dehşete
düşüren bir korku.
Bize heybetimizi kaybettiren bir korku.
Bu hastalığın ilacı rıza lokmasını yutmaktır.
Olanı olduğu gibi görmek, tüm yalınlığıyla, nasılsa aynen öyle. Derken, gördüğüne razı olmaktır.
Rabbinin senden razı olması bir bahs-i diğer, söyle ey talib, asıl sen ondan razı mısın?
Ondan, yani lütfundan ve kahrından.
Ek okuma için tıklayınız:


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder