Hakikat, ah şu hakikat!
Nasıl da
cilveleşir kendisini arayanla, belki de kendisini bilmeden arayanla.
Bu nedenle en yakınında durur hakikat hakikati arayanın. Neyi aradığını
bilmese bile kavuşacağı ümidiyle arayanın hem de.
Arayan
arar, biteviye aramaya devam eder, aradığına ulaşamadığı için arar. Lakin o
yakınlaşmayı umdukça o umduğu, o bütün umudu ondan uzaklaşır. O koşar, o
koştukça da kendisine koştuğu ondan kaçar. Cilveleşir kendince. Ne de nazlıdır.
Bulunmaktan çok, aranmaktan hoşlanır. Kolay kolay elevermez kendini. İnsafsızmış
ve dahî bazen acımasızmış sanılır.
Duyulmuştur bir kere: ele geçirmeyi umanın
elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden olmasını.
Acaba bu
dertle mi söylemiş şâir?
Yitirdim Yusufu Kenan ilinde
Bulundu Yusuf vü Kenan bulunmaz
Açıklanır
sözlerden değil. Anlaşılır gibi de değil. Olsun, biz deneyelim yine de.
Kaybettiğimi
öyle bir yerde kaybettim ki onu bulduğum an, ânı kaybettim. Kaybettiğim yerde
onu buldum, lakin bu sefer yeri kaybettim. Çokluk içinde arardım, çokluk
hep onu arardım, çoklukta gizlenmiş sanır, çokluk içinde çok diye
arardım. Bir kere onu bulunca, onu bir görünce, onu birlikte
bulunca, bu kez çokluğu kaybettim.
Ne garip
değil mi, ben hep suyu kaplarda aramışım, kap olmayınca su olmaz sanmışım. Bir
sürü kap, kaplayan, kapsayan birçok kap. Ah, o içinde âb-ı hayatımı
saklayan kap! Garip işte, bulunca suyu, kabı kaybettim, kabımı kaybettim.
Dışarılarda aradım hep onu. Kenan gibi. Kenan’ım gibi. VE nihayet Yusuf’u
Kenan’ımda buldum. Fakat bulunca onu, bu defa Kenan’ımı kaybettim.
Şu
benimki de ne gafletmiş, diyesi oldum ya yine gafletten nâşi, yalnız
uyumuyorsun ki deyû Yunus yetişti imdadıma.
Biz bizi bilmez idik bizi kendinden eyledi
Eşkere kıldı bizi kendin pinhân eyledi.
Öyle ya,
biz bizi ne bilirdik, nereden bilirdik, nasıl bilirdik? A'ma idik, biz bizi
bilmez idik. Doğrusu biz bizi bilmeyi de istemez idik. Ne var ki rahmet
edip bildirince bizi bize, bizi bizde bize bildireni bildik. Biz gerçekte,
gerçekten yoktuk, o vardı, gizli idi, gizliyor idi. Güya gizli idik, gizlide
idik. Ne ki var eyledi seyreylemek için bizi. Aşikâr eyledi. Aşikâre eyledi. VE dahî aşk ile eyledi.
Peki ya kendi?
Bu sefer de eşkere kıldı bizi kendin
pinhân eyledi.
Cilve
budur, cilve buradadır. Tabii ki görene. Köre ne?
Umutsuzluğa
kapılmayalım da Yusuf’u aramaya devam edelim.
Molla Câmî’nin şu
edibâne, edebâne itirafı, gaflet ehli için bir muştu değil midir?
Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.
Hem
gizli, hem açık imişsin, hem açıkta, hem gizlide imişsin. Öyle ki hem uzakta,
hem yakında imişsin. Uzun söze ne hâcet, sen ne orada, ne burada imişsin; sen bu-ara-da imişsin.
Molla
Câmî’nin dediği gibi, ben bilmez idim. Çünkü Yunus’un dediği gibi, daha en
başta biz bizi bilmez idik.
Niyazî Mısrî’yi hatırlamanın şimdi tam sırası:
Öyle sanırdım...
Evet
öyle sanırdım, ayrı sanırdım; zira bilmez idim, ben beni bilmez idim ve
o halde iken ben seni nasıl bilebilirdim? Evet bilmez idim, bilinmez
idim çünkü. Öyle sanırdım, orada beni bekliyor sanırdım, ayrı sanırdım.
Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam
Bende görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş
Ne
demiştik, insafsızmış ve dahî bazen acımasızmış sanılır. Duyulmuştur bir kere:
ele geçirmeyi umanın elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden
olmasını.
Kafka
çevirisini başlığa aldığımız şu sözü işbu güçlüğü açıklamak maksadıyla söylemiş
olmalı.
Acaba bir kez olsun kendimize talib olamaz mıyız, diye soracak oluyorum, hemen o an
vazgeçiyorum. Çünkü hem matlub, hem talib olmanın bedeli o denli ağır ki!
Sen bir
matlubsun, ortalıkta talib yok, denmedi de ödev olduğu halde sadece ortalıkta
talibin bulunmadığına işaret edildi. Ortalıkta talib olaydı, matlub da olurdu.
Keza matlub olaydı, bu sefer talib de olurdu, muhakkak olmak gerekirdi.
Arayan
varsa arananın, aranan varsa arayanın olması mukteza-yı akliyedendir;
lazım-melzum ilişkisi gibi. Çünkü bu izafet’in, izafet kategorisinin gereğidir;
tıpkı oğul olmaksızın baba’yı, baba olmaksızın oğul’u tasavvur edemeyeceğimiz
gibi. Baba oğul’a mukaddemdir, oğul’dan öncedir, oğul’un sebebidir; zira
oğul’un olması için muhakkak baba’nın olması gerekir. Fakat bir kere oğul
olunca, babalık, oğulluk tasavvur edilmedikçe tasavvur edilemez hale
gelir. Baba kavramı her defasında zorunlu olarak kimin babası, sualini
sordurur, aynen oğul kavramının, kimin oğlu, suâlini sordurduğu gibi. İkisi
birbirinden ayrı tasavvur edilemez. Baba varsa oğul, oğul varsa baba vardır.
Sıfat mevsufsuz, mevsuf sıfatsız olmaz da ondan. Hâsılı, niteleyeni düşünmeden
niteleneni, niteleneni düşünmeksizin niteleyeni düşünemeyiz.
Matlub
da öyle. Talibi olmayan matlub, matlubu olmayan talib olmaz. Her ne zaman
matlubdan söz açılsa, talibinin kim
olduğu, yine ne zaman talibden söz açılsa bu sefer bu talibin matlubunun ne olduğu soruya gelir.
Ortada
bir ödev var yapılması gereken ve fakat bu ödevi yapmaya istekli bir tâlib
yok, yani ortada taleb yok! Taleb olmayınca, tabiatıyla talib de matlub da
olmaz. Talibi talib kılan taleb sahibi olması iken, matlubu matlub kılan da
aynı şekilde bir talebin konusu olması değil mi?
Ödevi
yapmak, yerine getirmek için ortada şöyle veya böyle bir talep olsaydı, talibi
bulmuş olurduk; tabii ki aynı zamanda matlubu da. Çünkü o ödev, taleb ve talib
sayesinde taleb edilen bir matlûba dönüşmüş olurdu. Oysa bir ödev var ve fakat
henüz ortalıkta talib yok, zira herhangibir taleb yok!
Ne
diyordu Molla Câmî?!
Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.
Hem
gizliydi, hem ayan-beyan.
Gizliydi, kendini aşikâr kıldı aşikâr olmayı
istemeksizin; aşikâr olmak zorundaydı çünkü. Aşikârlığı zatının gereğiydi. Bu
yüzden eşkere kıldı bizi. Aşikâr oldu bizi kendinden eylemekle ve fakat bu
sefer kendin pinhân eyledi.
Ben
bilmez idim, yoksa o hep ayân-beyan idi. O kadar yakındı, o kadar yakında idi
ki görmez idim, göremez bir halde idim.
Ne var ki sonunda bir kafes bir kuşu
aramaya çıktı. Aranan, aranması gereken aramaya başladı. Arayan ise aranan
oldu.
İllet
ma'lulunun ma'lulu olur mu?
Olur!
Ressam resmin illeti olduğu kadar, resim de ressamının illetidir. Ressam
ressamlığını resmine borçludur. Resim olmasaydı, resim ressamından kendine
vücud vermesini istemeseydi, ressamın ressamlığı nasıl vücud bulabilirdi?
Ressamı ressam kılan resmidir. Resmi resim kılan da ressam.
Acele
etme de a dostum, biraz etrafını seyreyle!
Geçme, geçip gitme de biraz bekle!
Beklemeyi bilmezsen seyredemezsin! Seyredemezsen seyredildiğini farkedemezsin.
Sen
bir ödevsin. Ortalıkta talib yok!
Şöyle
demeyi ne kadar da isterdim:
Sen
hem matlub, hem talibsin.
Oysa sen
sadece bir ödevsin.
Bu ödevin üzerine düşecek olan kim peki?
Yine sen!
Senden
başka kim seni taleb eder, edebilir sanıyorsun? Seni ancak sen taleb edebilir,
seni yine ancak sen matlub haline getirebilirsin.
Ödevini
bilmelisin, zira kendini bilmelisin! Bilmek için önce bulmalı, bulmak içinse
aramalısın.
Niçin ve nasıl arayayım, dediğini duymaz değilim. Kaybını bilsen,
bilmediğini bilsen hayrete düşerdin. Düşeydin bir kere, evet sadece bir kere, bilirdin, bilebilirdin.
Bu
nasılın cevabı, oysa bana niçinin cevabı gerek, diyorsun.
Ben de soruyorum o
halde: Kendini niçin özlemiyorsun?

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder