28 Eylül 2008
Ne zaman bir yerde hakikat arayışından söz edilse, hemen orada, doğal olanla, sıradan olanla yetinemeyen bir ruhun ve/veya ruhların varlığı ve ızdırabı hissedilir.
Etraf uçurumdur. Talib, hep uçuruma düşme
korkusuyla yürür.
Her yanı uçurum gibi görünür kendisine.
Uçurummuş gibi.
Hakikat arayıcısı çaresizdir. Lâkin yola devam
etmek zorundadır. Duramaz. Yorgun olsa bile yürüyüşünü sürdürmek zorundadır.
Kendisine zarar verse de, yaşamını tehlikeye atsa da yürümek, yola devam etmek
zorundadır.
Kötü olanı şu ki geri adım da atamaz. İster ama yapamaz. Her
adım atışında ayağının altındaki toprak kayar. Geri gidebileceği yer, her
ilerleyişinde yok olur.
Etraf karanlıktır. Gideceği yeri bilemez.
Aslında neyi aradığının da cahilidir. Sadece yürür. Ayağının değdirebileceği
her zemini, ister istemez, bir fırsat, bir imkân sayar. Yararlanmaya çalışır.
Düşe kalka yürümek zorunda kalışının bir nedeni de budur.
Kişi ileriye doğru düşer, geriye değil.
Veyahut çöker.
Hakikat arayıcısı, sırf düşe kalka yürümez,
çöke kalka da yürür.
Çöküp kalmamalıdır. Kalkmalıdır.
Talib, düşse de, çökse de her hâlukârda
kalkabilmelidir. Ne yapıp edip kalkmayı bilmelidir.
Yoldan çıkma pahasına yola düşmelidir.
Talib, elinden tutacak birini aramayı da
nedense pek akıl etmez; çünkü etrafında o yollardan geçmiş birinin/birilerinin
olabileceğine pek ihtimal vermez. Rastlasa, görüşlerine, görünüşlerine
inanmakta zorluk çeker.
Elinde âsası da yoktur ki onun sayesinde yâr
ile sohbet etsin, nefsin düşmanlarından halâs bulabilmek için görüntüler deryasını
tam ortadan yarsın da aradan geçip hakikat sahiline çıksın!
Kin, nefret, çekememezlik, kıskançlık,
sevgisizlik, saldırganlık, açgözlülük, tamahkârlık gibi nefsin bütün kötü
vasıfları, görüntüler deryasında boğulmaya mahkûmdur.
Ne şehvet, ne de gazab orduları yarabilir
görüntüler deryasını.
Geçemezler. Görüntülerin içinde kalakalırlar.
Görüntülerin zulmeti içerisinde boğulurlar.
Yasa böyle.
Gönlün gücü olmasa, perdeler nasıl yırtılır?
Perdeler gönülle yırtılır; ummanı ortadan
ayıran başkası değil, gönül sızısıdır.
Sade seslerini duyuyorlar dalgaların.
Suyun ıslaklığını, hacmini, kuvvet ve
kudretini...
Ya suyun kendisini? Cevherini? Özünü?
Ne mümkün!
Bir tek suyu göremiyorlar. Bir tek gönül asâsı
ile dokunabilecekleri o suyu...
Gördükleri sadece suyun sıfatları,
nitelikleri, yani arazları...
Suyun kendisi, hep görülmemiş, farkedilmemiş
olarak kalıyor nazarlarında.
Görüntüler deryasını geçemiyorlar o yüzden.
Görüntülerin içinde boğuluyorlar.
Varmış-gibilerin içinde... içerisinde...
Varlık’la, Varlık’ın hakikatiyle doğrudan
doğruya bir kez bile temas etmeksizin varmış-gibilerin içine batıyorlar.
Varmış-gibilerin arasında nefes alamaz insan,
bu doğru! Ama bir tek yolun başında.
Yolun başındayken ızdırab başlar çünkü.
Bu yönüyle de bir nimettir ızdırab.
Titreyişler yani. Varlık’ın kokusuna duyulan hasretin tevlid ettiği
titreyişler... Varlık’ın kendisine değil, kokusuna...
Üst üste gerilmiş perdelerin arkasında kalmış
olanı görememekten kaynaklanan hüzün. Kalkan her perdede yeni bir inkisar.
Yeniden inkisar. Her adımda uzuyormuş gibi görünen yol.
Hakikatin Hud Sûresi ağırlığında yolcunun
üzerine çöküşü. O anda çatırdayan kemikler, o an ağaran saçlar. Bir anda gelen
yaş, bir anda yaşlılık...
Bir mağarada saklı hazineler. Kalbe gömülü
sır.
Bu yüzden inşirahtır şifası sadrın: açılmak, genişlemek, ferahlamak.
Yoksulun. Yoksunun. Yetimin.
Benim.
Önce... ölünce... hiç değilse, ölmeden önce...


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder