Sayfalar

MUHAFAZAKAR CİNSELLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ


18 Ekim 2009

İnsan cinselliğinin iki tarafı var: doğal ve toplumsal.

Doğal cinsellik, insan türünün kendi içinde dişil ve eril olarak ayrılmasına yol açıyor. Bu ayrımı yapan bizatihi doğa olduğu için, dişilik ve erillik nitelikleri de doğaldır. Başka bir deyişle, ayrım aklî değil, tabiîdir.

Dolayısıyla erkeğin veya kadının doğasından her söz edişimizde, aslında iki ayrı doğa’dan değil, bilâkis bir tek doğa’dan söz ediyoruz; insanın doğasından, ve fakat bu doğa’nın iki farklı yönünden.

Özünde ikiye ayrılan bizatihi doğa olduğundan, doğa’nın dişilik ile erillik arasında paylaştırdığı niteliklerde eşitlik arayamayız. Yani doğal cinselliği tartışırken eşitlik kavramına başvurmak saçmadır. Doğada eşitlik olmaz çünkü!

Dişillik-erillik meselesinde eşitlik kavramına başvurmak ne denli gereksizse, kadınlık-erkeklik meselesinde eşitlik’ten ve/veya adalet’ten söz etmek de o kadar zorunludur. Çünkü dişilik-erillik ayrımı doğal, kadınlık-erkeklik ayrımı ise toplumsaldır.

Buyurunuz, size maksadımı açık kılacak bir örnek-cümle:

Kişi er veya dişi olarak doğar, sonradan erkek veya kadın olur.

Bu durumda pekâlâ erilliği/dişiliği verilen, erkekliği/kadınlığı ise kazanılan bir nitelik olarak tanımlayabiliriz.

Hiçbir ahlâkî yargı, doğanın insana verdikleri üzerine yüklenemez. Çünkü ahlâkî yargıların tamamı, toplum içinde kazanılan niteliklere ilişkindir.

Ahlâk da, âdab da insanın eylemleri dışında kendilerine yer bulamazlar. Bitkilerin, hayvanların veya meleklerin ahlâkından söz edemeyiz. Ahlâksız aslan veya ahlâklı melek olmaz.

Terminolojik tutarlılığı sınamak bakımından bu değillemeyi tartıştığım kavram çiftlerine de uygulayabilirim:

Ahlâksız er veya dişi olmaz, ama ahlâksız erkek veya kadın olur.

ARA-NOT: Kısa bir yazı çerçevesinde doğal-toplumsal karşıtlığını daha ne kadar basitleştirerek analiz edebilirim, bilemiyorum. Ama hiç değilse şu kadarı anlaşılmış olmalı ki doğal ve toplumsal olanın sınırları özenle tefrik edilmedikçe, bütün zorluğuna rağmen doğal ve toplumsal olan hakkında açık-seçik bir kavrayış edinmedikçe, dinî düşünce ve tecrübenin, modern dünyanın sorunlarını hangi derinlikte çözümleme gücüne veya güçsüzlüğüne sahip olduğunu da anlaşılamaz.






İmdi, tartışmak istediğim mesele şu:

Dinî düşünce ve tecrübe, özü gereği, cinselliğin doğal nitelikleriye karşıtlık içinde olabilir mi?

Başka bir deyişle, Tanrı, kendi yarattığı doğa’nın yasalarına aykırı normlar vaz’edebilir mi?

Bu sorulara her hâlde olumsuz cevap vermek zorundayız. Çünkü dinî düşünce geleneği Kitab’ın kuralları ile Doğa’nın kuralları arasında mutabakat varsayar. Bu mutabakatı ihlâl eden her olgu, bir yorum zaafının ürünü olarak kabul edilir. Bu durumda, yorumcu, ya Kitab’ı ya Doğa’yı yanlış okumaktadır.





Bakılırsa görülebilir, düşünce tarihi, böylesi yanlış okumalarla doludur.

Kitab ile Doğa arasında bir çatışma varsa, iki husustan emin olunmalıdır. Birincisi Kitab’ın doğru okunduğundan, ikincisi, Doğa’nın doğru okunduğundan.

Kitabın bilgisine sahip olanlar Doğa’nın bilgisine sahip değillerse veya Doğa’nın bilgisine sahip olanlar Kitab’ın bilgisinden mahrumlarsa, arzulanan kesinliğe ulaşılamaz.

Kısa bir süre önce bir tv kanalında sürdürülen evrim tartışmaları, bu açıdan ibretlikti. Düşük düzeyli din bilgisiyle düşük düzeyli doğa bilgisine dayanılarak yapılan bir evrim tartışmasından ne çıkar?

Kesinlik değil elbette. Çıkacak olan baştan belliydi: Biraz rayting!

Cinsellikle ilgili modern sorunların özünde, doğa’nın istekleriyle toplum’un istekleri arasındaki çatışma yatıyor.

Modernlik bu çatışmayı toplumun/toplumsal aklın lehine çözmekte direniyor, appetitus'un lehinde. İştah ve şehvetin. Kısaca sermayeciliğin beklentileri doğrultusunda.
Bu yönüyle kadim dinlerin her sahih yorumu modernlikle bir çatışma içine girmek zorundadır. Çünkü hikmet, yani hakikatin bilgisi, doğa’ya hem hürmet, hem hizmet eder.

Ne ki dinî çevreler artık modernlikle savaşmak, mücadele etmek, hiç değilse hesaplaşmak yerine onunla uzlaşmak yolunu tercih etmiş görünüyorlar. Meselâ teknoloji artık şeytan icadı değil, üstelik dindarlar da diğerlerine nazaran daha çok teknoloji düşkünü! Bu yüzden dünyayı kavrama biçimlerini, kullandıkları o teknolojinin belirlediğini, değil bilmek, tartışmak dahî istemiyorlar.

Seçtikleri eğitim tarzının, inandıkları dinin doğaya uygun tüm kabullerini birer birer geçersiz hâle getirdiğinin farkında bile değiller. Çocuklarını ancak otuz yaşından sonra baba veya anne olmaya zorlayan modern hayatın, yakın zamanda bu sınırları kırk’lara doğru yaklaştıracağını görmüyorlar.

Kreşlerde büyüyen çocuklara dinî eğitim verilse n’olur, verilmese n’olur?

Çocuklarını kreşlerde, anne kokusundan uzakta, rahmet ve şefkat duygularını ücretli görevlilerden almak zorunda bırakan veya sırf oyalansınlar da baş ağrıtmasınlar diye evlatlarını bilgisayar başına iteleyen dindar ebeveynler, bırakınız Hızır'ın irfanını, Musa’nın şeriatından bile öğüt almıyorlar, alamıyorlar.

Sözün özü, mevcut dindarlık, iktidar ve ideoloji aracılığıyla modern toplumsallık formlarıyla uzlaşmaya çalıştığından, ister istemez kendisi bu toplumsallığın gönüllü payandası olmak zorundadır, fiilen bu formlarla çatışmaya girmesi kolay kolay beklenemez. Ne yapsın, hem örtünmeyi sürdürecektir, hem de havuzda veya plajda başkalarıyla birlikte yüzmeyi isteyecektir. Çaresiz, zihnen de içinde bulunduğu o onulmaz çelişkinin sonuçlarına katlanacaktır. Dedeleri gibi olmayı tercih etmeyen dindar erkekler, bir süre daha eşlerini anneleri formunda muhafaza etmeyi tercih edeceklerdir.





Dindar erkek, dindarlık ile erkekliği önünde binlerce yıldır birbirleri içinde eriye-gelmiş bulmasının keyfini sürmekte, ancak iki özelliğinden hangisinin, yani erilliğinin mi, dindarlığının mı daha süratle terbiye olup değişime uğrayacağı sorusunun cevabını kendisi bile tahmin edememektedir.

Erillik kendi içinde dönüştükçe koşut olarak dindarlık formları, dindarlık dönüştükçe bu sefer erillik formları da değişecek ve gelişecektir.




Bu sürecin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk kamuoyu, muhafazakâr eşcinsellerden sonra, birkaç on yıl içerisinde dindar eşcinsellerle de karşılaşacaktır. Post-muhafazakârlığın sürprizleriyle. Hiçbir topluma sonsuza değin seyirci olma lüksü verilmemiştir çünkü!

Unutulmamalı, modernite, Batı’da eşcinsel kiliseler ve rahipler üretti. Türkiye’de niçin benzerlerini yeşertmesin?

İyi bakılırsa görülür, modernlik sadece dindar bedenlerde değil, dindar ruhlarda da yeşeriyor. Tabiatıyla dindarlarımız da şöyle düşünüyor:

Aman sende, yeşil olsun da ne olursa olsun!

Oysa yeşil sadece doğum’un, salt yeşerme’nin rengi değildir, aynı zamanda yeşillene yeşillene çürümenin de rengidir. Yaş'lanmanın, ve dahî ölümün.

Tanrı çoktan şehre geldi ama ayetlerini okumayı bilen kulları o kadar az ki!

Sabırlı olmak gerek.

Zamanla yorumsamanın kendine özgü tekno-lojiği de gelişecektir hiç kuşkusuz.


Ek okuma için tıklayınız:


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder