17 Kasım 2007
İki kitap arasında seni çalmaya çalıştım, diye
yoksanan kadınının seslenişini, hatta
sesini bile duyamayacak denli içine gömülmüş erkeğin, kendisine yakınmak için
seçeceği kişi, ne ilginç ki kadını
değil, anası. Ölüm döşeğindeki yaşlı
anası.
Ozan yakınır sadece, cevap beklemez. İç geçirir,
dertlenir, sorar da sorar. Bakışlarıysa hep kendi dışına doğrudur, hep ötede,
hep ötelerde.
Alexander, kendisini uzaklarda seyreder.
Yakın(ın)daki uzaklığı görmek ister gibi kendisini daima uzaklarda arar.
Yakınındakini uzaklığa doğru iterken, uzaktakini yakınına getirmeyi ister.
Kendine gelmekten çok kendine giden biri gibidir.
Alexander, anne şefkatinin cömertliklerine sırtını
dayayıp gönlünce şımaran her erkek çocuğu gibi şımardıkça şımarmış, bencilliğin
tadını çıkarmış. Kadınından himaye talep etmiş. İzin ver de şu tepeye bir tırmanıp
geleyim, demiş. Sanki en büyük talihsizliği, hep
kendisiyle olmasıymış gibidir. Kendisiyle olmak, kendisiyle kalmak, yazgısıymış
gibi. Garip ama öyle, yazgısı dahî, bile isteye yazılmış gibi. Yazgısı bile
kendi kaleminden çıkmış gibi.
Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum
evin içinde?
Ne kahredici bir yalnızlıktır bu! Sebebi pis
bir gurur mu acaba? Düşünürlere, sanatçılara has bir kibir belki de. Belki de
bencilliktir asıl sebep, tamıtamına erkek bencilliği. Yaşamına eşlik edenlere
karşı olabildiğince hoyrat ve onları ne kadar mümkünse o kadar yoksayıcı bir
bencillik.
Evin içinde yankılanan sadece kendi ayak sesleri değil; yine de onun
duyduğu kendi ayak seslerinden ibaret.
Niçin sadece kendi ayak sesleri?
Benciller kibirli olur, kibirliler ise bencil.
Çünkü bencillik, şöyle veya böyle bir gizli büyüklenişin kendisine omuz
vermesiyle yükselir. Biri varsa, diğeri de vardır. Alt alta, üst üste, yana
yana, ama hep birlikte. Böylesi bir gizli büyüklenişin, hem de süratle,
şişinmeye dönüşmemesi çok zordur.
Düşünce ve sanat, kendisine talib olanlardan,
önce büyüklenişin ve bencilliğin bedelini ödemelerini ister; tutku sahibi
olmanın, olabildiğince tutkulu olmanın bedelini, olabildiğince kibirli,
olabildiğince bencil olmanın bedelini.
Ne zaman cennete yükselirler, ne zaman
cehennemin dibini boylarlar, ilk anda anlaşılmaz. Yaratırken yükseldikleri
varsayılır, yaşama dönerken de çöktükleri.
Altı üstü vehim işte!
Oysa böyleleri
yaratırken ve yarattıkça dibe, en dibe doğru çökerler.
Yaratmanın bedelidir:
gün gelir, tıpkı Alexander gibi, sorarlar:
Neden tüm hayatım sürgündeymiş gibi geçti?
Bu sürgünü nasıl anlayacak, nasıl
anlamlandıracağız?
Yaşamın, yani annenin, yani kadının izin
verdiği kadarıyla kendi sokağında kaybolan bir erkeğin gönüllü sürgünü müdür
düşünceyi ve sanatı mümkün kılan?
Kadının sâyesinde,
yani gölgesinde, ve fakat yine de kadına rağmen, erkek kendini kendine
sürmedikçe, kendini kendi içine itmedikçe, tıkmadıkça; hâsılı, yaratmak uğruna
yaşama arkasını dönmedikçe, düşünce ve sanat, kadınca bir doğumun, hem de acı
verici bir doğumun eseri olmayı başarabilir mi?
Tolstoy durmadan mızmızlanan karısına birgün
der ki:
Tanrı’nın adını anıyorum diye kızma yine, elimde
değil.
VE fakat kadın yine de kızmayı sürdürür.
Ne
yapsın, Tolstoy da sırf yalnız kalmak (ölmek)
amacıyla karısının yanından kaçar sonunda.
Lakin bu sefer peşinden gelen
sevgili kızıdır.
Ek okuma için tıklayınız:


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder