Sayfalar

TANRININ ADINI ANIYORUM DİYE KIZMA YİNE


17 Kasım 2007

İki kitap arasında seni çalmaya çalıştım, diye yoksanan kadınının seslenişini, hatta sesini bile duyamayacak denli içine gömülmüş erkeğin, kendisine yakınmak için seçeceği kişi, ne ilginç ki kadını değil, anası. Ölüm döşeğindeki yaşlı anası.




Theo Angelopoulos’un ünlü filmi Sonsuzluk ve Bir Günün (1998) zihnimde yer eden en ilginç sahnelerinden birinde geçiyordu, geçmişi şimdide eriten o yorgun, o bitkin konuşma. Bruno Ganz’ın başarıyla canlandırdığı Alexander adlı ozanın konuşması. Biriktirilmiş sözcüklerin sayıklandığı bir konuşma. Cevapsız soruların, usulca yazarın ağız kenarından akıverdiğine tanık olduğumuz bir konuşma.




Ozan yakınır sadece, cevap beklemez. İç geçirir, dertlenir, sorar da sorar. Bakışlarıysa hep kendi dışına doğrudur, hep ötede, hep ötelerde.

Alexander, kendisini uzaklarda seyreder. Yakın(ın)daki uzaklığı görmek ister gibi kendisini daima uzaklarda arar. Yakınındakini uzaklığa doğru iterken, uzaktakini yakınına getirmeyi ister. Kendine gelmekten çok kendine giden biri gibidir.

Alexander, anne şefkatinin cömertliklerine sırtını dayayıp gönlünce şımaran her erkek çocuğu gibi şımardıkça şımarmış, bencilliğin tadını çıkarmış. Kadınından himaye talep etmiş. İzin ver de şu tepeye bir tırmanıp geleyim, demiş. Sanki en büyük talihsizliği, hep kendisiyle olmasıymış gibidir. Kendisiyle olmak, kendisiyle kalmak, yazgısıymış gibi. Garip ama öyle, yazgısı dahî, bile isteye yazılmış gibi. Yazgısı bile kendi kaleminden çıkmış gibi.

Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde?

Ne kahredici bir yalnızlıktır bu! Sebebi pis bir gurur mu acaba? Düşünürlere, sanatçılara has bir kibir belki de. Belki de bencilliktir asıl sebep, tamıtamına erkek bencilliği. Yaşamına eşlik edenlere karşı olabildiğince hoyrat ve onları ne kadar mümkünse o kadar yoksayıcı bir bencillik.

Evin içinde yankılanan sadece kendi ayak sesleri değil; yine de onun duyduğu kendi ayak seslerinden ibaret.

Niçin sadece kendi ayak sesleri?

Benciller kibirli olur, kibirliler ise bencil. Çünkü bencillik, şöyle veya böyle bir gizli büyüklenişin kendisine omuz vermesiyle yükselir. Biri varsa, diğeri de vardır. Alt alta, üst üste, yana yana, ama hep birlikte. Böylesi bir gizli büyüklenişin, hem de süratle, şişinmeye dönüşmemesi çok zordur.

Düşünce ve sanat, kendisine talib olanlardan, önce büyüklenişin ve bencilliğin bedelini ödemelerini ister; tutku sahibi olmanın, olabildiğince tutkulu olmanın bedelini, olabildiğince kibirli, olabildiğince bencil olmanın bedelini.

Ne zaman cennete yükselirler, ne zaman cehennemin dibini boylarlar, ilk anda anlaşılmaz. Yaratırken yükseldikleri varsayılır, yaşama dönerken de çöktükleri.

Altı üstü vehim işte!

Oysa böyleleri yaratırken ve yarattıkça dibe, en dibe doğru çökerler.

Yaratmanın bedelidir: gün gelir, tıpkı Alexander gibi, sorarlar:

Neden tüm hayatım sürgündeymiş gibi geçti?

Bu sürgünü nasıl anlayacak, nasıl anlamlandıracağız?

Yaşamın, yani annenin, yani kadının izin verdiği kadarıyla kendi sokağında kaybolan bir erkeğin gönüllü sürgünü müdür düşünceyi ve sanatı mümkün kılan?

Kadının sâyesinde, yani gölgesinde, ve fakat yine de kadına rağmen, erkek kendini kendine sürmedikçe, kendini kendi içine itmedikçe, tıkmadıkça; hâsılı, yaratmak uğruna yaşama arkasını dönmedikçe, düşünce ve sanat, kadınca bir doğumun, hem de acı verici bir doğumun eseri olmayı başarabilir mi?

Tolstoy durmadan mızmızlanan karısına birgün der ki:

Tanrı’nın adını anıyorum diye kızma yine, elimde değil.

VE fakat kadın yine de kızmayı sürdürür.

Ne yapsın, Tolstoy da sırf yalnız kalmak (ölmek) amacıyla karısının yanından kaçar sonunda.

Lakin bu sefer peşinden gelen sevgili kızıdır.


Ek okuma için tıklayınız:




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder