İnşâ etmiş olduğu vahdet-i vücud
nazariyesiyle Tanrı’nın Birliği akidesini Varlığın
Birliği doktrini dolayımına taşımış olan İbn Arabî’nin, kendisinden sonraki
tefsir/te’vil teşebbüslerinin mahiyet ve istikametini büyük ölçüde
etkilemiş, hatta belirlemiş olduğu erbabınca mâlumdur. Ne var ki bütün önemine
binaen bu Endülüslü mutasavvıfın Kur’an’a yaklaşım biçimini, ayetleri yorumlama
tarzını ve vardığı neticeleri ele alan, değerlendiren ve tefsir tarihi
içerisindeki mevkiine yerleştiren tedkikler çok azdır.
Ignaz Goldziher’in Die Richtungen der
Islamischen Koranauslegung (Leiden, 1920), Muhammed Hüseyin ez-Zehebî’nin
et-Tefsîr ve’l-Müfessîrûn (Beyrut, 1961), Süleyman Ateş’in İşârî Tefsîr
Okulu (Ankara, 1974) adlı eserlerinde yer alan İbn Arabî ve tefsîr tarzı ile ilgili bölümleri ve son olarak Nasr Hâmid Ebu Zeyd’in yayımlamış olduğu
Felsefetu’l-Te’vîl: Dirâsetun fi Te’vil’il- Kur’an inde Muhyiddin b. Arabî (1.
bas. 1983; 2. bas. Beyrut 1993) adlı hacimli eseri istisna edecek olursak, bu
sahada kendisine işaret edilebilecek ciddi tedkîklerden hâlâ mahrum olduğumuzu
ve fakat tarihin tozlu sayfalan karıştırıldığı takdirde, bu yoksunluğumuzu
giderecek zengin bir malzemeyle karşılaşacağımızı söyleyebiliriz.
Şeyh-i
Ekber hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın zerresini feda etmem!
Sahibinin vefatından yaklaşık bir ay evvel
yazılmış olan bu sözler, bir Sahih-i Buharî şârihine ait. Mektep çıkışlı olmasına
rağmen, üst düzeyde bir medreseli kadar İslamî ilimlere vâkıf bir âlime. Bu
ilimlerdeki derinliğine sadece başkalarının değil, eserlerinin de tanıklık
ettiği bir İslâmcı’ya. Kendisine hallâl’ul-müşkilât,
fâzıl-ı şehîr, üstâd-ı hakîm efendim hazretlerine hitabıyla yazılan bir mektuba,
huzûr-ı âli’ye ma’rûz-ı âcizânemdir
hitabıyla karşılık veren kıymetli âlim Babanzâde Ahmed Naim’e.
Evet, bu sözler,
Babanzâde’nin, Muhyiddin b. Arabi’nin bazı ayetler hakkında yaptığı yorumları, zâhir-i nassa muhalif görüp âdeta dalâlât-ı
batınıyye’den gibi telakki eden ve bu yorumlarda batınıyye kokusu gören Ahmed Hamdi Akseki’nin tereddütlerini izale
etmek maksadıyla yazdığı hususî bir mektupta yer almaktadır.
Eşreb Edib’in, “Aksekili merhumun hayatta iken
yayımlamadığını ve herhangi bir eserinde de yer vermediğini” söylediği bu
mektuplar, akrabası Hasan Selami Yüksel tarafından İsmail Beşeli’ye verilmiş,
İsmail Beşeli de bu mektupları Eşref Edib’e götürmüştür.
Önemine binaen ilk defa Sebilürreşad’ın
sayfalarında, Şeyh Muhyiddin-i Arabi: Tefsirlerinde ve Yazılarında Batınîlik
Var mı? (X/226, sh. 9-11, Ağustos 1956) başlığı altında yayımlanan bu iki
mektubun muhtevasının da her iki âlimin düşünce dünyalarının, meselâ tasavvuf
ve vahdet-i vücud meselelerine ilgilerinin anlaşılmasına büyük katkı
sağlayacağı muhakkaktır. Nitekim son devrin büyük mutasavvıflarından Fatih
Türbedârı Ahmed Amiş Efendi’nin (vef. 1920) damadı olan Babanzâde’nin, 13
Ağustos 1934 tarihinde vefat etmiş olması ve elimizdeki mektubunun da vefatından
yaklaşık bir ay evvel ([2]3 Temmuz 1934) yazılması dolayısıyla bu
mektupların tarihî kıymeti daha da artmaktadır.
Bu mülahazalara binaen, şimdi aşağıda, sâbık
Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki’nin (vef. 1951), dönemin kıymetli
âlimlerinden Babanzâde Ahmed Naim’e (vef. 1934) yazmış olduğu, Muhyiddin b.
Arabî’nin Kur’an ayetlerini tefsîr tarzı
hakkındaki hususî bir mektubu ile Babanzâde’nin bu meselede Aksekili’ye
mahsûsen yazdığı mektubu, imlâsını düzenlemek suretiyle, yeniden yayımlıyoruz.
Aralık 1997
Dücane Cündioğlu
AHMED HAMDİ AKSEKİ’NİN MEKTUBU
Hallâl’ul-müşkilât,
fâzıl-ı şehîr, üstâd-ı hakîm efendim hazretlerine,
Ellerinizden hürmetle öper, sıhhat ve afiyette
dâim olmanızı Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ) ستروا محبّتهم، (سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ) إستوي عندك إنذارك و عدم إنذارك لما جعلنا عندهم، (لاَ يُؤْمِنُونَ) بك و لا يأخذون عنك، إنّما يأخذون عنّا، (خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ) فلا يعقلون إلا عنه، (وَعَلَى سَمْعِهِمْ) فلا يسمعون إلا عنه، (وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ) فلا يبصرون إلا الله و لا يلتفطون إليك و إلي ما عندك بما جعلنا عندهم و القينا إليهم، (وَلَهُمْ عَذَابٌ) من العظوبة، (عظِيمٌ
Futuhât-ı Mekkiyye’den yukarıya yazmış olduğum ibare, Şeyh-i Ekber’e ait olmak üzere
yazılmıştır. Şeyh-i Ekber’in bu ve buna mümâsil birçok tefsir ve tevilleri,
Nebiyy-i Ma’sûm’dan tevâtüren bize vâsıl olan hususa mugayir gibi görülen
fikirleri olduğu mâlum-ı fazılâneleridir. العبد رب و الرب عبد / فيا ليته من المكلف؟ (Kul rabdir, Rab de kul / Ah bir bilebilsem, acep bu durumda mükellef olan
kimdir?) beyti de bu cümledendir.
Bendeniz, zâhir-i nassa muhalif olan bu
fikirleri, nebiyy-i ma’sûm’dan başka her kimden sudûr ederse etsin, âdeta
dalâlât-ı batınıyye’den gibi telakki ediyorum. Batıniyye kokusu görüyorum.
Filhakika bunlar tevil de edilebilirler. Fakat gayr-ı ma’sûm’dan sudûr eden bu
gibi aykırı fikirleri tevile mecbur muyuz?
Gerek yukarıdaki tefsir, gerek bu beyit
hakkında muhterem üstadımızın fikir ve mütalaalarını öğrenmek, bendeniz için
pek faydalı ve lüzumludur.
Kıymetli mütalaalarınızla bendenizi tenvir ve
irşad buyurmanızı istirham eder, bilcümle âlâm ve ekdârdan mâsun olmanızı Cenâb-ı
Kâdıyyu’l-Hâcât’tan tazarrû ve niyaz eylerim, muhterem efendim hazretleri.
13
Temmuz 1934 [Cuma]
Ahmed
Hamdi Akseki
BABANZÂDE AHMED NAİM’İN CEVABI
Huzûr-i âli’ye
ma’rûz-i âcizânemdir.
(Husûsî ibarelerden sonra).
Son mektubunuzda, Şeyh’ul-Ekber hazretlerinin
olmak üzere, Sûre-i Bakara’nın baş tarafından iki ayet-i kerimenin [Bakara: 6-7]
tefsiri hakkındaki mütalaanızı okudum. Bu sözleri dalâlât-ı batınıyye’den addedip
tebliğât-ı Kur’aniyye’ye ve esasât-ı diniyye’ye mugâyir bulduğunuzu
söylüyorsunuz. Bu nevî tefsîrler gayr-ı ma’sûm’dan sudûr etmiş olmak
dolayısıyla te’vîle bile lüzûm görmediğinizi beyan eyliyorsunuz.
Bu babda fikrime müracaat abes ise de herkesin
samimi vicdanından kendine göre bir fikir ve mütalaası olmasını da mâzur
göreceğinizi bildiğim için, zihnimde olanı hülâsaten herkese değilse de size
söyleyebilirim.
Bu tefsirin, Şeyh-i Ekber’indir diye ona isnadı[nı]
tevsik ettiğinize bakılırsa, ben de şimdilik onun olmak üzere kabul ediyorum.
Evvelâ şunu arzedeyim ki kendinizce havsalasûz gördüğünüz bu tarz-ı beyâna
karşı bu kadar şiddetle kıyam etmenizden dolayı gayret-i diniyyenizi müstahsen
bulup sizi tebrik ederim.
Bu yazınız, bilfarz Şeyh-i Ekber ve emsali
zamanında söylenmiş olsaydı, yine sizi ziyade beğenecek [olanlar], onlar olurdu.
Fakat gerek Şeyh’ul-Ekber ve gerek kendisinden evvel gelen ekâbir-i sûfiyye’nin
sözlerinde, Gazâli’nin şatah nâmı
verdiği bu gibi sözler büsbütün bâtıla müstenid değildir. Haydi leh ve
aleyhinde çok sözler söylenmiş olan Şeyh’ul-Ekber’i bertaraf edelim, Bâyezid-i
Bistâmî, Cüneyd-i Bağdadî gibi ehl-i dalâl’den addedilmeyen ve erbâb-ı hidayet’in
pişüvâlarından sayılan zevâtın da sizin ve bizim gibilerin hazmedemeyeceğimiz,
erbabınca mevsûk sözleri de vardır.
Bu gibi sözler, Şeyh’ul-Ekber’in açığa vurduğu
vahdet-i vücud akidesine ve bu akidenin keşfen ve zevkan bizzarure
olmasına dayanıyor. Bu gibi sözler zâhir-i şeriatı yıkmak için olsaydı, hakikaten
dalâlât-i bâtınıyye’den olurdu. Fakat zâhir-i şeriat muhafaza edilmek ve Kur’an-ı
Kerim’in delâlet-i evveliyyesi herkesin anladığı gibi mahfuz kalmak şartıyla,
bir de nazm-ı Kur’an’ın delâlet edebileceği kendi zevklerine muvafık cihetlere
de işaret etmek isterler.
Meselâ “Gusûl taharet-i maneviyyeden ibarettir,
cenabetten tathîre hâcet yoktur” de[n]miş olsa, hükm-i şeriatı yıkmak
maksadıyla söylenmiş bâtınîlik olmuş olur. Fakat hükm-i şer’îyi zahirine
kasretmeyip, zâhir ve bâtına şâmil olduğu ve [tathîr-i bâtın’ın] tathîr-i
zahirden çok daha mühim olduğu, sûrî iğtisalin tathîri bâtına nisbeten lâ-şey
menzilesinde bulunduğu söylenirse, bâtınîlik yapılmamış, zâhir-i şer’i muhafaza
ile beraber biraz da şeriat’in iç yüzünden bahsedilmiş olur.
Bunu bir misâl olarak arzediyorum. Şeyh-i Ekber
hazretleri bütün yazılarında Rasûl’e ittiba’a en büyük kıymet bahşediyor. Hatta
bir velî’ye Rasûl aleyhisselâmın evvelce meçhul bir tebliğine mutabık ilham
vâki olsa, min-tarafillah kendisine re’sen ilham edilse, bu hükm-i şer’îyi Rasûl
aleyhisselâma tebean icrâ etmek lâzım olduğunu, Futuhât-ı Mekkiyyenin bir yerinde görmüştüm. Zira Rasûl’e
mütabeât, imanın rükn-i rekînidir.
إنّ الَّذِينَ كَفَرُوا da küfür
kelimesinin mânayı lugavîsinden istifade ederek küffâr-ı hakisarı (inzâr)
murad olduğu gibi, bir de setr-i mehabbet eden uşşâk-ı ilahînin makam-ı âlisine
bir işaret de seziyor, ve tefsîrini, herkesin mârufu olan tarikten yürütmeyip
zevk ve mehabbet âleminde olanların nasibedâr olduğu hâlât-ı azîmeye işaret
edecek kadar lafz-ı Kur’an’ın vâsî ve şümûllü olduğunu gösteriyor, ve bununla
şeriattan hiçbir taş yıkmış olmuyor. Yalnız avâmın meçhulü olan bazı hâlât-ı
âliyye’ye tergîb ve teşvîk mânâsı kastedilse de o sınıf ehl-i zevkin arasında
yalnız kendilerince münfehim olacak bir mânayı haber vermekle zevklerine hizmet
etmiş olur.
Burada Şeyh’in maksûdu olan ehl-i zevk,
mehabbeti setreden ehl-i cem’dir. Bu tâifenin Hak’tan gayrı şuhûdları yoktur,
her fiili Hakk’a isnad ederler, her sıfatı Hakk’a ircâ ederler, Hak’tan başka
mevcûd bilmezler. Cüneyd-i Bağdadî’nin ليس في جبتي سوى الله, (Bu cübbemin içinde Allah'tan gayrısı yok!); Bâyezid-i
Bistâmî’nin “Otuz yıldır tekellüm ediyorum da halk kendileri ile konuşuyorum
zanneder”; yine Bâyezid’in اخذتم علومكم ميّةً عن ميّةٍ و اخذنا علمنا عن حيّ الذي لا يموت (Sizler ilminizi ölülerden alırsınız, onlar da kendilerinden önceki ölülerden, biz ise ilmimizi hiç ölmeyecek olan diri'den alırız) sözleri, hep bu makamdan söylenmiş
şatahlardandır.
İşte bu makamın ehline inzâr ve adem-i inzâr [uyarmak
ve uyarmamak] müsavidir. Çünkü ne görseler, Hak’tan görürler. Bundan dolayıdır
ki bu ayetleri bu zevke muvafık olarak tefsîr etmişlerdir.
لاَ يُؤْمِنُونَ) بك و لا يأخذون عنك) demesi,
maazallah makam-ı nübüvveti inkâr ve dinden hurûc mânâsına değil, nübüvvet’in
makam-ı cem’den değil, makam-ı tefrik’den olduğunu söylemek maksadıyladır. Zira
nübüvvet denince, mürsil, mürsel ve mürselun ileyh gibi lâ-ekall üç mânâ
birbirinden ayırt edilmek lâzım gelir. Halbuki ehl-i cem, Hak’tan başka kimseyi
görmezler. إنّما يأخذون عنّاdaki işaret de budur.
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْin tefsîrindeki işaretler de hep oraya râcidir.
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْin tefsîrindeki işaretler de hep oraya râcidir.
و لا يلتفطون إليك و إلي ما عندك بما جعلنا عندهم و القينا إليهم demesi de Rasûl aleyhisselâmın ayn-ı
hak gördüklerinden mülhem, min-indillah olduklarından nâşi ve Rasûl
aleyhisselâmdan vârid olmuş tebliğâtı doğrudan doğruya Hak’tan vârid olmuş
görürler, vasıta denilen kimseleri
ayn-ı hak bilirler. Adem-i iltifat’tan maksad da budur, yoksa Nebî ve Rasûl’ün
nübüvvet ve risaletini inkâr hatırlarından geçmez.
وَ لَهم عذابٌ عظيمٌ da bu ayette bu
işaret-i beyân’dan sonra azûbet [tatlılık] ile tefsîr edilmesinde hiçbir garabet kalmaz. Hakikaten bu makam
ehli pek büyük bir zevk içinde yaşarlar.
Şurası da şâyân-ı kayıddır ki makam-ı cem, tâife-i sûfıyyece
büyük bir makam olmakla beraber münteha-yı makamât [bütün makamların sonu] da
değildir. Bu makama gelenler meczûb
denilen kimselerdir. Cem’den sonra fark âlemi avdet eder ki kemâl o zaman
tahakkuk eder. Cemsiz fark, avâm-ı nâsın halidir. Farksız cem, mütevassıtların
makamıdır ki sûret-i zâhiresi zendaka’dır, ve sizin de mektubunuzda ettiğiniz
hücûm-ı dindarâne, işte bu sûrî zendaka’yadır.
Tevhîd-i hakîkî ise, ba’de’l-cem’ tahakkuk
eden fark’tır.
Demişlerdir ki: Mürşidler bu mertebeyi ihrâz
etmedikçe mürşid olamazlar.
İşte suâlinize karşı, hacâleten imlâ
edebildiğim bir sürü sözler bunlardır. Şeyh-i Ekber hazretlerinin nazarımda
makamı pek büyüktür. Mevzû-ı bahs âyet-i kerimede ehl-i cem’in hâline işaret
sezip beyan etmek istemiştir. Bu gibi sözleri[n], sizin ve bizim halka ta’mim
maksadıyla yazdığımız yazılarda neşredilmesini hiçbir zaman tensîb edenlerden
değilim. Bunlar bir sınıf-ı mahsus için kıymetli olabilirlerse de umûmu, korktuğunuz
gibi, dalâlate, zendaka’ya sevkedebilir.
Binaenaleyh sizin fikrinizi tasvîb etmekle
beraber, Şeyh-i Ekber hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın da zerresini feda
etmem.
Bâki âfiyette dâim olunuz efendim.
[2]3
Temmuz 1934 [Pazartesi]
Ahmed
Naim
Ek okuma için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder