Sayfalar

KEVSER SURESİ'Nİ YENİDEN KAVRAMAK


8 Şubat 2004

Bu deneme, kendisine Kur’an'ın en kısa suresinin anlaşılmasında dahi ne denli büyük zaafların rol oynayabileceğini göstermeyi vazife ediniyor. Öyle ki okuduğumuzu, anladığımızı, kendimize rehber edindiğimizi düşündüğümüz Kelâm-ı İlahî'nin aslında ne kadar da uzağına düştüğümüz, bu surenin yorumlarını kısaca hesaba çekmekle bile anlaşılabilir.

1. Muhakkak ki biz sana Kevser'i verdik.(اِنَّآ اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ) 

Bu ayette geçen الْكَوْثَرَ (el-kevser) sözcüğü lafzen الخير الكثير (çok hayır/çok iyilik) anlamına gelir.

Yani: Biz sana çok hayır (çok büyük bir nimet) verdik!

İhtilaflar bu açıklamadan sonra ortaya çıkıyor: Bu çok hayır veya büyük nimet nedir?
Yorumcuların bir kısmı bu nimeti (cennet'te başına toplanılacak olan) kevser havuzu'yla, bir kısmı ise (bilhassa Şiiler) ehl-i beyt'le, yani Efendimiz'in Hz. Fatıma'dan devam eden nesliyle tefsir ediyorlar.
Her iki yorum da sure'nin sonunda yer alan اْلاَبْتَرُ (ebter) ifadesinden hareketle Efendimize yönelik soyu kesik şeklinde bir suçlamanın vârid olduğunu kabul etmekten kaynaklanmaktadır.

Yani: Hz. Muhammed'in soyu kesik değildir, onun nesli aslâ kesilmeyecektir!

A) İlk yorum, kısaca, “Bütün müminler cennette Peygamber'le birlikte Kevser Havuzu'nun yanında toplanacaklar ve kıyamete değin onun (itikaden) takipçileri varolacaktır” sadedindedir.

B) İkinci yorum ise soyu kesik suçlamasına cevaben kevser ifadesinde, Efendimizin soyunun sadece Ehl-i Beyt yoluyla neslen devam edeceğine bir işaret bulmaktadır.

Kısaca her iki grup da kevser sözcüğündeki çokluk mânâsını, neslen veya itikaden soy itibariyle çokluk olarak tefsir etmektedir.

Sonuç: Soyu kesik suçlaması boşa çıkarıldığında bu yorumların da boşa çıkacağı kuşkusuzdur.








2. Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! (فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ)







Efendimiz'e gerek neslen, gerekse itikaden takipçilerin devam edileceği müjdesi verildiği varsayılınca, bu kevser nimetine şükretmek mukabilinde biri bedenî, diğeri mâlî iki ibadeti yerine getirmesinin istenmesini açıklamak kolay gibi görünüyor.

Ne ki فَصَلِّ ifadesinin namaz'la, üstelik bayram namazıyla sınırlandırılması ve وَانْحَرْ emrinin kurban kesmek şeklinde tefsir edilmesi kronolojik bakımdan temellendirilemez. Nitekim bu sureyi hemen öncesinde yer alan Maun Suresi'yle irtibatlandırma teşebbüsleri de aynı kronolojik zaafla maluldür. Metnin iç bütünlüğü Mushaf tertibine itibarla sağlanamaz, zira nüzûl itibariyle her iki sure arasında görmezlikten gelinemeyecek bir fâsıla vardır.
Hz. İbrahim'in, oğlunu kurban etmek teşebbüsünde bulunmasıyla ilgili yan-bilgiler ebter suçlamasını soyu kesik mânâsında izah edenlerce metne yansıtılmış ve henüz risaletin ibtidasında olan bir Nebî'ye şükür sadedinde kurban kesme emrini tevcih etmekte nedense kimse bir beis görmemiştir.
Nüzûlü 23 yıl süren bir Kitab'ın ayetlerine anlam vermek teşebbüsünde bulunacakların, hiç değilse Mekkî-Medenî ayrımını ciddiye almaları ve bazı ibadetlerin zaman içerisinde kesinleştiğine dikkat etmeleri gerekirdi. Bu ve benzeri yorum zaaflarının temelinde, Kitab'ın bir süreç içerisinde tamamlandığını unutmak ve metni bir defada nâzil olmuş gibi algılamak hatası vardır.
Kısacası hem nazarın, hem de nokta-i nazarın değişmesi artık bir zaruret halini almıştır.

3. Gerçekte ebter olan, asıl o sana hınç besleyendir! (اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ اْلاَبْتَرُ)

Bu son ayet, Efendimize buğzeden, hınç besleyen bir kâfirin soyu kesik şeklindeki suçlamasına bir cevap olarak telâkki edilmiş, önceki iki ayetin anlamı bu telâkki tarafından belirlenmiş ve böylelikle sûre'nin temel anlatımı, nesebi, soyu merkeze alan bir zihniyet tarafından bir çırpıda zâyi edilmiştir.
Başkaları gibi biz de bir süreliğine varsayalım ki اْلاَبْتَرُ (ebterile Efendimizin soyunun kesikliği, yani erkek evladının olmadığı kastediliyor olsun!
Bu takdirde suçlama ya hakikî (neslen), ya mecazî (itikaden) olmak zorundadır.
Hakikî (neslen) ise, Efendimizin erkek evladından nesebi devam etmediğine göre, hakikî anlamıyla soyu kesik suçlaması reddedilmiş olmaz. Soyunun kız evladından devam ettiği öne sürülecek olsa, bu takdirde suçlamaya mahal kalmaz. Oysa suçlama Kur’an'ın beyanıyla sabittir.
Yok eğer mecazî ise (yani Efendimizin itikaden soyunun sürdüğü söyleniyorsa), soyu kesik suçlamasını yapan kâfirin de itikaden soyu sürdüğüne göre, bu sefer mukabele yerini bulmaz!
Aksini iddia edeceklerin, hınç besleyen kâfirlerin neslen soylarının kesik olduklarını söylemeleri hem anlamsızdır, hem de yakışıksızdır. İtikaden soylarının kesik olduklarını söylemeleri de mümkün değildir, zira küfrün devamı hem aklen, hem tarihen sabittir.
Sanırım bu değerlendirmeden sonra Kevser Sûresi'nde sadece ne söylenmek istendiğinin değil, ne söylendiğinin de yeterince anlaşılmamış olarak kaldığını ifade edebiliriz.
Bu itirazların ve gerekçelerinin yerinde olmadığı söylenecek olursa, bu karşı çıkışın sebepleri açıkça gösterilmeli, yok eğer yerindeyse, metnin anlamı yeniden ve aslına uygun olarak inşâ edilmeli.
* * *

14-15 Şubat 2004

Eleştirimizi tekrar özetleyelim:

Sûre'nin ana-fikri, soyu kesik mânâsı verilen اْلاَبْتَرُ (ebtersözcüğünün yorumlarınca belirlenmiş ve metnin asıl muhtevası bu yorumların baskısı altında bir türlü kendini açığa çıkaramamıştır.


Şimdi bu yorumlara temel teşkil eden geleneksel zihniyeti adım adım takip edelim:



1) Efendimizin erkek çocuğu yoktur, daha doğrusu erkek çocuğu (çocukları) olmakta ama yaşamamaktadır. Araplarda erkek çocuğa sahip olmak bir meziyet olduğuna ve Efendimiz de bu sözde meziyetten (!) mahrum bulunduğuna göre, nesebe ehemmiyet veren muhalifleri güya bu zaafını (!) kendisine karşı kullanmışlar ve onu erkek çocuğu olmamakla suçlayıp bu meseleyi alay veya eleştiri konusu yapmışlardır. Kur’an da bu alaylı eleştiriyi nasılsa ciddiye almış ve henüz risalet vazifesiyle yüklenmiş olan Hz. Peygamber'i müdafaa amacıyla bu alaycılara cevap vermiş.

Nesebin, bilhassa erkek çocukların Araplar nezdinde ne denli önemli olduğu meselesi sanırım izaha ve misâl vermeye ihtiyaç olmayacak derecede açıktır. Bu suçlamanın yapılmış olmasından kuşku duymaya da gerek yoktur. Çünkü Arap müşrikleri için erkek çocuğa sahip olmak, övünülecek bir meziyet, olmamak ise utanılacak bir bir zaaf idi ki hâlen öyledir. Nitekim bizim toplumumuzda da, bilhassa Anadolu'da erkek çocuğun yeri ayrıdır. Öyle ki bir kimsenin, oğlu varsa çocuğu vardır; kızı varsa sadece kızı vardır, çocuğu yoktur.

Kaç çocuğun var, sorusuna muhatab olan köylülerin yakın zamanlara kadar sadece erkek çocuklarının sayısını verdikleri bilinen bir husustur. Keza torun kavramı da Anadolu'nun birçok yerinde erkek çocuktan gelen evlatlar için kullanılır, kız çocuktan gelen evlatların torunluğu erkek tarafına ait bir keyfiyet olarak telakki edilirdi.



Bu bağlamda sûrenin sondan başa doğru yorumlandığında sanırım kuşku kalmamış olmalıdır.


Gerçekte ebter olan, asıl o sana hınç besleyendir! (اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ اْلاَبْتَرُ)

Yani:

Gerçekte soyu kesik olan sen değilsin, bilakis seni soyu kesik olmakla suçlayan(lar)dır asıl soyu kesik olan!

Bu mânâya itibar edilirse, ayette soyu kesik suçlamasının reddedilip suçlamanın karşı tarafa yöneltilmiş olduğu sarahat kazanır. Lâkin burada izahı güç noktalar olduğuna daha önce işaret edilmişti:
Soyu kesik suçlaması, hakikî anlamıyla ele alınıyor ve ebter sözcüğüne, erkek çocuğu olmamak mânâsı veriliyorsa, Kur’an'ın bu durumu reddetmesi makul olmazdı. Çünkü Efendimizin erkek çocuğu yoktu (yaşamıyordu). Karşı tarafın ise erkek çocuğu olmadığı takdirde böyle bir suçlamayı yapmasının bir mânâsı olmazdı. O halde "gerçekte ebter olan, asıl o sana hınç besleyendir” şeklindeki mukabelenin mânâsı neydi? 
Bu tutarsızlığın farkında olan yorumcular ister istemez soyu kesik suçlamasını mecazî mânâya hamledip Efendimizin itikaden soyunun (takipçilerinin) olacağı ve ümmetinin onun evladı mesabesinde bulunacağı tevilini öne sürmek mecburiyeti hissetmişlerdir. Fakat bu durumda da sorun bitmiyor, zira bu sefer suçlamayı yapan kâfir(ler)e  mecazî anlamıyla soyu kesik demenin bir mânâsı kalmıyor.
Bu tutarsızlıklar nesebi merkeze alan zihniyet tarafından önemsenemediğinden sûre'nin ilk ayetinde geçen الْكَوْثَرَ sözcüğü, cennet'te müminlerin başında toplanacakları Kevser Havuzu'yla veya Efendimizin Hz. Fatıma'dan devam eden nesliyle (Ehl-i Beyt'le) tefsir edilmesi yorumculara ikna edici görünmüştür.
İkinci ayette yer alan iki emre gelince (فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ), şükrü eda kabilinden bu buyruklar Sünnîlerce Allah rızası için, namaz kılmak ve kurban kesmek, Şiilerce, namaz kılmak ve namazda göğsünü/yüzünü kıbleye yöneltmek veya namaz kılmak ve tekbir sırasında elleri göğüs hizasına kaldırmak ya da namaz kılmak ve kurban kesmek şeklinde yorumlanmıştır.
Biz evvelemirde Kur’an'ın Efendimize yönelik soyu kesik suçlamasını ciddiye alıp, böyle bir suçlama tarihen vârid olsa bile, bu şekilde bir cevapla mukabele etmesinin makul bir izahının bulunamayacağına inanıyoruz. Üstelik dikkatli ve titiz bir incelemenin, meselenin sanıldığı gibi olmadığını göstermeye kâfi geleceğinden de kuşku duymuyoruz.
Kur’an'ı anlama/yorumlama faaliyetlerinin tarihi, Kur’an ayetlerini birçok kereler, benim metni kullanmak adını verdiğim bir zaaf aracılığıyla, maksad ve muradından uzaklaştırdığının ilginç misalleriyle doludur.
Bir metni, metnin kendi hassasiyetleri haricinde farklı endişelerin malzemesi haline getirmek, yorumcuların sıklıkla içine düştükleri bir zaaftır, ve bu zaafın yol açtığı mahzurlardan kaçınmanın en etkili yolu ise, metnin hassasiyetlerine yorumcuların kendi hassasiyetlerinden ziyade ehemmiyet vermektir.
Şimdi biz bu yolu deneyeceğiz ve Kur’an'ın bu pasajını yine Kur’an'ın kendi hassasiyetlerini nazar-ı itibara alarak anlamaya çalışacağız.
Göğün kapıları son bir kez açıldı ve Rabbimizin kelâmı âlemleri aydınlatmak üzre yine son bir kez Kur’an sûretinde nâzil oldu. Vazifemiz bu mübarek kelâmın üzerindeki perdeyi gücümüzün yettiğince aralayıp nûrundan istifade etmektir, o nûru gündelik kaygıların, vâveylaların karanlığında boğmak değil.
Hani demiştik ya, ah bir durabilsek, durup bilsek, dursak ve bilsek, diye, işte biz  şimdi biraz olsun durmayı deneyeceğiz.
* * *
Kevser Suresi'nin ana-fikri bu surenin son ayetinden hareketle tayin edildiğinden biz de aynı yola başvuracak ve önce son ayetin açılımıyla murad edilene ulaşmaya çalışacağız:

Gerçekte ebter olan, asıl o sana hınç besleyendir!

اْلاَبْتَرُ sözcüğünün munkatı (kesik) anlamına geldiğinde ihtilaf yoktur. Nitekim betr kesmek, inbitar kesilmek demektir. Araplar keskin kılıca bâtır derler. O halde ihtilaf sadece kesikliğin neden (hangi şeyden) ibaret bulunduğu noktasındadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi müfessirlerin çoğu bu kesikliği منقطع من النسل (munkatı min'en-nesl = soyu kesik) mânâsına hamletmişler ve metnin ana-fikrini bu kavram üzerinden inşa etmişlerdir. 
Biz ise bu kesikliği  munkatı min'en-nesl şeklinde yorumlamak için makul bir sebep bulunmadığını, bilakis ibarenin منقطع من الخير (munkatı min'el-hayr = hayırlardan kesik olan, kendini hayırlardan mahrum eden) mânâsında açıklanması gerektiğini düşünüyoruz. Nitekim bir rivayette bu hususa dikkat çekilmiştir:
Efendimiz nübüvvete mazhar olunca kavmini tevhide, hak'ka kulluğa davet edip onları putlara tapınmaktan nehyetmeye başladı. Bunun üzerine müşrikler Efendimiz hakkında şöyle dediler:


!انبتر منا محمد، اي خالفنا و انقطع منا
Muhammed, risalet iddiasında bulunmakla, tevhid dinini tebliğ etmekle, bizden alâkasını kesti, kendini bizden ayırdı, bize muhalefet edip bizden kesildi/ayrıldı.

Onlar böyle söylemekle Efendimizin kendini birçok hayırdan, birçok nimetten, birçok imkândan da mahrum etmiş olacağını iddia ettiler; zira bir şeyden kendini kesip mahrum eden kişi, o şeyden hâsıl olacak nimetlerden de kendini kesmiş olacağından böylelerine Arapça'da ebter denilirdi. (كل امر انقطع من الخير اثره فهو ابتر); tıpkı o dönemin anlayışına göre erkek evladı olmayan kimsenin erkek evlat sahibi olmanın nimetlerinden de mahrum olması gibi.
Müfessirler, müşriklerin Efendimizi soyu kesik olması sebebiyle erkek evlat sahibi olmanın nimetlerinden mahrum bulunmakla itham ettiklerini düşünmüşler ve Kur’an'ın da gerek müminler, gerekse Ehl-i Beyt yoluyla bu ithamı geri çevirdiğine kail olmuşlardır. Oysa ibareye, erkek evlattan kesik olmak (munkatı min'en-nesl) mânâsı değil, aksine, kendilerine muhalefet edilen Mekke ulularından, dolayısıyla onlarla birlikte olmanın nimetlerinden mahrum bulunmak (munkatı min'el-hayr) mânâsını vermek, hiç şüphesiz hem daha tekellüfsüzdür, hem de metnin siyakıyla, bağlamıyla ve nüzûl zamanının ruhuyla daha mütenasiptir.
Nitekim “Biz sana birçok hayır, birçok nimet verdik” (hayr'ul-kesir) anlamındaki ilk ayet da zaten bu açıklamaları doğrulamaktadır.

Yani: Onların, birçok hayırdan kendini mahrum etmiş olmakla seni suçlamalarına itibar etme, kendini üzme! Bak, biz sana ne büyük bir hayır verdik, seni nübüvvetle şereflendirdik, seni kelâmımızın tebliğcisi yaptık, seni Hakkın-Hakikatin şahidi kıldık! Hayırlardan, nimetlerden mahrum olan sen değilsin, bilakis asıl hayırlardan mahrum olanlar (mubtirûn) ve kendilerini hem dünyevî, hem uhrevî nimetlerden mahrum bırakanlar onlardan başkası değildir. Hâsılı ebter olan sen değilsin, ebter olan asıl onlardır!
Biz mukteza-yı hâle mutabık olan mânânın bu olduğunu düşünüyoruz. Şimdi ikinci ayete verilen anlamın sıhhati üzerinde durabiliriz:

Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!

Bu ayetin aslında geçen فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ ifadesine “Rabbin için namaz kıl!” gibi kestirme bir karşılık vermek yerine, gerekçelerimizi mahfuz tutup doğru bir çevirinin imkânlarını bize sağlayacak olan şu açıklamayla yetinebiliriz:




Kâfirlerin ayartmalarına kapılmayıp sen asıl sana verdiğimiz nübüvvet nimetinden ötürü Hak'ka teveccüh et, O'na yönel, O'na kulluk etmeyi sürdür!




(Bu ayetteki fe edatının tâkib için kullanıldığı unutulmamalı ve salât sözcüğünün bağlama uygun geniş açılımları ihmal edilmemelidir.)

Bu emrin hemen ardından gelen وَانْحَرْ emrinin hayvan boğazlamakla irtibatlandırılması, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, metne verilen mânânın, evlat yerine koç kurban etmeyi (Hz. İbrahim-Hz. İsmail kıssasını) çağrıştırmasından kaynaklanmıştır. Oysa ibare bu mânâyı taşı(ya)mıyor ve meselâ koyun, koç, dana gibi hayvanları kesmek anlamındaki zebeha (zebh) fiili yerine, deve kesmek anlamındaki nehara (nahr) fiilinin seçilmiş olmasındaki incelik böylelikle bir çırpıda ihmal edilmiş oluyor. [Türkçe'deki intihar (kendi kendini öldürmek) sözcüğü de aynı kökten gelir.]
Hanefîlerin kurban'ın farz olmayıp vacib olduğunu söylemeleri, ibarenin kurban mânâsına delâletinde kesinlik bulunmamasındandır. Böyle bir kesinlik bulunsaydı sanırım farz hükmü verilmekte tereddüt edilmezdi.
Biz ise bu sûrenin her halukârda fıkhî/hukukî bir yoruma malzeme temin etmek hususunda elverişsiz olduğunu düşünüyor ve tahkikimizin zaruri neticelerine bağlı kalarak bu ibarenin hayvan boğazlamakla irtibatlandırılamayacağını, bilakis ibarenin, bir öncesindeki فَصَلِّ لِرَبِّكَ (O halde rabbine yönel) emrinin mütemmimi olduğunu, yani “Sen onların sözlerine aldırış etme de nübüvvet makamının şükrünü eda için HAKka yönel; gönlünü, sadrını, nahrını O'na aç, teslimiyetle O'nun huzurunda el-pençe divan dur! Hayırlardan (kevser'den) mahrum olan sen değilsin ki! Hayırdan mahrum olanlar asıl seni mahrumiyetle suçlayan o zavallıların kendileridir!” anlamı taşıdığını söylüyoruz; zira biliyoruz ki mütenahir demek mütekabil demektir!
Bu en nihayet bir gazete yazısı olduğundan ve genel okurun seviyesini de nazar-ı itibara aldığımdan tahlillerimin gerekçelerini tafsilatıyla gözönüne getiremediysem de görüşlerimi maksadın hâsıl olacağı miktarda dile getirdiğime inanıyorum.
Niçin gürültüye pabuç bıraktığımı soruyordunuz, işte bakınız ben de cevabımı yineliyorum:
Sükûnet bahçesinde yalın-ayak dolaşabilmek için!


Ek okumalar için tıklayınız:

Facebook

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder