Biz dışında kalmak isterken siz tabloya dahil olmak istiyorsunuz. Avrupa resim sanatı her zaman kelebekleri yakalamak, çiçekleri yemek ve dansçı kızları öpmek istedi.
Gerçeğe dokunmak yerine gerçeği avuçlamayı istemenin çiğliği bu kadar mı güzel anlatılır?
Niçin gerçeğe dokunmayı ister insan? Elbette,
onu tanımak için! Ancak küçük bir temas aracılığıyla, mümkün olabildiğince en
hafif şekilde, usulca, incitmeden.
Peki ya gerçeği avuçlamak hırsının sebebi
nedir? Kelebekleri yakalamak ihtirasının? Tüm neden, ancak avuçlarsam bütünlüğe
kavuşurum sanısından ibaret. Çünkü bütünü ele geçirmek suretiyle kendi
bütünlüklerini kuracaklarına inananlar, aslâ hakikatle aralarındaki mesafeden
razı olmazlar, ne yapıp edip gerçeği avuçlamak isterler.
Gerçeğin cismaniyetini mıncıklayabildiğim, onu
sıkıp parmaklarımın arasından fışkırtabildiğim takdirde ancak onu kavradığıma,
ele geçirdiğime, tükettiğime inanabilirim diye farzeder gerçeği inciten her
zavallı! Mesafeye tahammül edemez. Temaşa etmekle de yetinemez bu yüzden.
Temaşanın kökeninde rüyet vardır. Rüyet ve
rüya. Düş yani.
Hakikatle birlikte yürümek demektir temaşa. Düşlemek demektir. Temaşa eden
hayal eder, hakikati tahayyül etmekle de yetinir. Hakikate muhayyilesiyle temas
eder. Sadece dokunur. Hiç değilse bir noktadan.
Bir kürenin, bir düzleme ancak bir tek
noktadan değebildiği gibi. Hiçbir düzlem küreyi içine alamaz. Çünkü küre, bir
düzlemin içinde aynı anda iki noktaya birden temas edemez. Küre, özü gereği,
düzlemin dışında kalır.
Gerçeği avuçlamaksa, onu akıl yoluyla zabt u
rabt altına almaya çalışmak demektir. Aklın mengeneleri arasında hakikatin
suyunu çıkarmayı arzulamaktır. Oysa o zavallı bilmez ki hakikat aslâ aklın
bakışları karşısında soyunmaz. Bir tek peçesini mi, kapısını da akla kapatır. O
aklın sahibinin biraz da gönlüne müracaat etmesini bekler. Sabırla.
Hakikat hoyratlığa gelmez.
Ütopya sahipleri neden hep bir ada farzederler? Ütopyalarını niçin hep
bir ada üzerinde inşa ederler?
Kuşatabilmek için. Mekanı bir ada gibi
çevresinden bağımsız tasavvur edebilmek için. Ada, hem bağımsızlığın, yani müstakil oluşun sembolüdür, hem de
dört bir yanından sınırlı oluşun. Ada, kendi istiklâline sahiptir. Kendi
sınırlarına. Her daim korunması gerekir bu yüzden. Sarılıp sarmalanması,
kolların (orduların) arasına alınması.
Akıl, hakikati bir adaya hapseder de farkına
varmaz. Yaptığı, yapabildiği akletmektir. Farzetmek! Yani kelebekleri yakalamak,
çiçekleri yemek, dansçı kızları öpmek.
Malum â, Şeyh-i Ekber, gençliğinde iki
mürşidden istifade etmiştir.
Bir gün şeyhinin huzurunda, nâdanın Hakkı
tasavvurlarındaki isabetsizlikten şikâyetle bu durumun kendisini ziyadesiyle
hüzünlendirdiğini söyler genç İbn Arabî. Şeyh Efendi de kendisine şu tavsiyede
bulunur:
Evlâdım, sen halka değil, Hakka bak!
Aynı hâl diğer şeyhinin huzurunda vâki
olduğunda, o Şeyh Efendi ise bu sefer şu nasihatte bulunur:
Evlâdım, sen kendine bak!
Bunun üzerine İbn Arabî, Allah Allah, der, nereye
bakacağımı şaşırdım. Bir üstadım Hakka bakmamı söylüyor, diğeri ise kendime
bakmamı. Şimdi ben nereye bakacağım?
Bunun üzerine, şeyhi, evlâdım, ikimiz de
hakikati kendi hâlimizden/kendi hâlimizce dile getiriyoruz, bu iki bakış
birbirine aykırı değil, diye cevap verir. İbn Arabî bu sefer gidip durumu diğer
şeyhine arzedince, o da tebessüm edip şu cevabı verir:
Evlâdım, ben refike işaret ettim, o ise tarike. Sen ikimizin de öğüdünü tut, tarik ile refiki, yol ile yoldaşı birleştir!
Doğu’nun hakikat arayışını Batı’dan farklı
kılan cihet de budur işte, ne yapıp edip tarik ile refik’i, yol ile yoldaşı
birleştirmeye çalışmak. Lâkin yolun başında değil, ortalarında. Nitekim hakikat
taliblerine, yolu kaybetmemeleri için ve pek tabii ki güven içinde yolculuk
yapmaları amacıyla, önce refik, sonra tarik, diye tavsiye edilir, önce bir
yoldaş bul kendine, ondan sonra çık yola, mânâsında.
İkilik olmadan birlik olmaz! Önce ikilik,
sonra birlik. Yolcu önce bir yoldaş
seçmeli kendisine, sonra da bir yol.
Ne ilginçtir, talib öyle bir yere gelir ki
orada sadece yol ile yoldaş arasında değil, yol ile yolcu arasında bile fark kalmaz. Yolcu da, yoldaş da, yol da hep bir mânâda toplanıverir.
İnsan kendinde, kendine doğru, kendince yürüdüğünü farkeder. Farkeder etmesine
ammâ bu farkediş hakikatte fark’a değil cem’e yol açar. Önce fark, sonra cem makamı.
Batı tecrübesi, yol, yolcu, yoldaş arasındaki farkı idrakten öteye geçmemiştir
tarih boyunca. Nadiren bunları cemedenler olmuş, ancak cem ettikten sonra
tekrar farkedenine rastlanmamıştır. Terki terkedenine.
Ayrı olanı birleştirdikten sonra tekrar
ayırabilmek için Doğu’ya seyahat etmek gerek! Yeryüzünün doğusuna değil,
insanın doğu’suna. Doğuşuna. VE en nihayet doğduğu yere. Ana rahmine.
Ana rahmine, yani düşüncenin de, duygunun da
sanki hiç olmamışlar gibi sıfırlandığı yere.
İmdi, söyle bana ey talib, nereye gidiyorsun?
Kıblen neresi, yüzün nereye dönük?
Hani yoldaşın, söyle hadi, yol nerede, yolcu kim?
Niçin karanlıktasın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder