10-11 Mayıs 2008
Modern Batı’nın değerlerini oluşturan temelin harcında en büyük pay sahibi Hristiyanlık’tır; bilhassa Batı Hristiyanlığı. Akıl, bilim, vs. hepsi de sonradan gelir. Üstelik belki Hristiyanlığa rağmen, belki Hristiyanlıktan önce veya sonra, ama her hâlukârda Hristiyanlıkla birlikte, yanyana gelir.
Hristiyanlığı paranteze aldığınız takdirde,
Batı’da olup biten hiçbir şeyi bütünüyle
açıklayamazsınız. Latince’den söz etmedikçe nasıl modern Batı dilleri üzerine adam gibi konuşamazsanız,
Hristiyanlıktan (bilhassa Katoliklik’ten) söz etmedikçe de modern Batılı
değerler üzerine aslâ sözün hakkını vermek suretiyle konuşamazsınız. Mesele inanıp inanmama meselesi değil, bilip
bilmeme meselesi. Anlayıp anlamama meselesi.
Kalem ehlinin derslerini çalışmaları
gerekiyor. Şayet cinselliğin hikmetini (hikemî boyutlarını) biraz olsun
farketmeyi başarırlarsa bir gün, belki o zaman hikmet-i halide’nin cinselliği
hakkında saygılı olmanın değerini de bilirler sanırım. Hikmet-i halide'nin ve/veya cavidan-ı hıred'in, yani philosophia perennisin...
* * *
Kısa yaşamı boyunca hiç evlenmemiş genç bir
peygamberin, yani Hz. İsa’nın tebliğlerine dayandığını iddia eden bir
topluluğun dünya görüşüdür Hristiyanlık.
Kadından korkan, kadından uzak kalan, kadını
tanımayan, bu ve benzeri zaaflarından ötürü de kadını aşağılayan, cinsellikten
kaçınan, utanan, cinselliği reddeden, hor gören, en nihayet olabilecek en aşağı
formlarıyla cinselliği ifsad eden bir asitli kaptır Batı Hristiyanlığı.
Rahmetli babam, Hz. Musa’nın maddeyi, Hz. İsa’nın mânâyı ve fakat Efendimizin (s.a) hem
madde’yi hem de mânâ’yı temsil ettiğini söylerdi.
Yahudiliğin maddeyle, Hristiyanlığın mânâyla
temessülü hakikaten de sabittir.
Evet, hakikaten Efendimiz, hem madde’yi, hem
mânâ’yı, hem teni, hem canı, hem bedeni, hem ruhu temsil eder; kısacası hem
dünya’yı, hem ahireti. Kemâli yani.
Hâtem’ul-Enbiya (Son Elçi) olduğu için, son nokta’yı. O en son’da gizli ilk
noktayı.
Tarihinin hiçbir döneminde cinsellik ve hatta
müstehcenlik Doğu’da tabu olmamıştır. Lâkin Batı’da tabudur. Dün de tabuydu,
bugün de. Kadını manastırlara kapadıklarında da, manastırlardan çıkardıklarında
da.
Hz. Yahya ile Salome arasındaki temel çelişki Batı bilincinde henüz çözümlenmemiş olarak durmaktadır. Bu olgu, hakikatte cinsellik-ahlak veya şehvet-din çelişkisini değil, iki farklı iffet kavrayışının çelişkisini imlemektedir. Birbirini yok eden iki olumluluğun çelişkisini. Sonunu trajik kılan da budur!
Hz. Yahya ile Salome arasındaki temel çelişki Batı bilincinde henüz çözümlenmemiş olarak durmaktadır. Bu olgu, hakikatte cinsellik-ahlak veya şehvet-din çelişkisini değil, iki farklı iffet kavrayışının çelişkisini imlemektedir. Birbirini yok eden iki olumluluğun çelişkisini. Sonunu trajik kılan da budur!
Cinsellik ve müstehcenlik İslâm’da değil,
Hristiyanlık’ta tabudur.
Cinsellik Asya dinlerinde de tabu değildir.
Bilâkis cinsellik hikmet’in bir tezahürü, bir boyutu, bir ayetidir; nefsin
mertebe ve makamlarında dervişlerin seviyelerinin alâmeti, nefse
hakimiyetlerinin göstergesidir.
Cinselliği idrakinin veya cinsellikteki kudret
ve kuvvetinin derecesi, dervişin manevî mertebesinin seviyesine de delâlet
eder.
* * *
Yazılıp çizilenlerden anlaşıldığına göre,
bizde zihinleri vaftiz edilmiş cahillerin güya ahlâk ve âdâba dayanıyormuş
görünenen söylemleri, değil Cumhuriyet dindarlığının, bizatihi Cumhuriyet
muhafazakârlığının bile gülünç bulacağı ölçüde Kilise kokmaktadır.
30 kişiyi öldüren bir sosyopat, bir seri katil ahlâksız değildir. Keza öldürdüğü kişileri sekize bölüp bavulda taşıyan manyak da ahlâksız değildir, 20 çocuğa tecavüz eden bir sapık da. Böyleleri ahlâksız değil, hastadır. Akıl hastasıdır veya ruh hastasıdır. Akıl veya ruh hastasına ahlâksız denemez. Her hâlde müslüman da denemez. Zira kabil-i hitab (dinle mükellef) olmaktan çıkmıştır. Veya hakikatte hiç olmamıştır.
Sakallı, cübbeli dindar bir müslümanda rahib suretini, başı örtülü müslüman kadınında
ise rahibe suretini görmek isteyen
medya polisinin söylemindeki kilise kokusu iyi teşhis edilmeli. Kaba gürültüye
pabuç bırakılmamalı!
Cinselliğin hikmeti ancak Doğu’ya has bir
derinliğin, sadece Doğulu bir kavrayışın ürünüdür.
Cinsellik ve hikmet, tarih boyunca sadece
Doğu’da yanyana yorumlanabilmiştir. Doğu’da, belki orta Doğu’da, belki uzak
Doğu’da, ama hep ve daima Doğu’da...
Meselâ Çin’de, Hindistan’da, İran’da... Meselâ
Rey’de, Isfahan’da, Tebriz’de, Bağdat’ta, Basra’da, Şam’da...
Selçuklular döneminde Konya’da, Sivas’ta,
Kayseri’de...
Osmanlılar döneminde Bursa’da, Edirne’de,
İstanbul’da...
Şehirlerde değil sadece, köylerde de.
Lao Tzu, Konfiçyus, Buda, Zerdüşt...
Veya İbn Sina, İbn Arabî, Mevlâna...
Cinselliğin hikmeti de, hikmet’in cinselliği
de asaletini Şark’ta bulur.
* * *
Dinî, bilhassa felsefî ve tasavvufî metinlere
istinaden bu genel tesbitleri yaptığım zannedilmesin.
Malum â, bu konuda söz bitmez.
Benim cinselliğin hikemiyatı hususunda
dayandığım asıl metinler, bilâkis Tıp metinleri. Hipokrat-Galen tıbbının ana
paradigmasına sahip çıkan, bu birikimi üstlenip geliştiren, seviyesini
yükselten, derinliğini arttıran zengin İslâm Tıp literatürü. [Ulemanın yazdığı metinler bir yana, Osmanlı döneminde Anadolu’da halk için yazılmış muhtelif Türkçe Tıp metinleri aslâ ihmal edilmemeli!]
Cinsellik ve Hikmet’in birleştiği nokta,
unutulmamalıdır ki doğanın, yani bedenin Ruh’la birleştiği noktadır.
Ve klasik Tıp, tıpkı klasik Psikoloji gibi,
Doğa Felsefesi’nin bir alt dalıdır. Hikmet-i Tabiiye’nin yani.
Cenab-ı Hak, hakîmdir, hikmet sahibidir.
Efendimiz (s.a) de öyle. O da hikmetin sahibiydi, ehliydi, muallimiydi. Buna
karşın fakihler cinselliğin hukukî,
tabibler tıbbî tarafını bilirlerdi. Sufiler ise, cinselliğin hassaten manevî tarafıyla meşgul idiler.
Menkıbelerinin bolluğu, talibi olmadıkları bir
alandaki makam ve mertebelerinin yüksekliğini göstermeye matuftur.
Niçin?
Sırf talibi oldukları hakikatin tahakkukunu
isbat için.
Coğrafi yasa böyle, ışık Doğu’dan yükselir!
Elbette cinselliğin ışığı da...
* * *
İslâm ilim ve irfan geleneğinde cinselliğin hususî bir yeri vardır ve bu
yer, zannedildiğinin tam da aksine,
hikmet ehlinin eşyanın hakikatini kavrama
tarzıyla doğrudan alâkalıdır.
Esasen, bu hakikati kavrama tarzı, Doğu
dinlerinin müşterek vasfıdır. Hakikatin bilgisi olmak itibariyle hikmet, sadece ruhun değil, aynı zamanda
bedenin de bilgisini içerir. Hakikat yolcusu, mânâ kadar maddeye hâkimiyeti de,
madde üzerinde tasarrufu da önemsemek zorundadır. Tek kanatla göklerde
yükselmek mümkün değildir. Bu bakımdan hikmet, hakikatin bütününe vukuf iddiasındadır, bir
parçasına değil.
Madde ve Mânâ... Ruh ve Beden... Fizik ve
Metafizik... Erkek ve Kadın...
Hepsi de kuşatılması, kavranılması istenen
hakikatin birer vechesi.
Hakikatin, yani insanın hakikatinin, yani
Tanrı’nın hakikatinin...
* * *
Hep söylerim, yeri gelmişken yine söyleyeyim:
Kişi
sahip olmadığı şeyi terkedemez!
Hakikat yolcusunun, insanını hayvanına
ezdirmemesi gerekir. Ezdirmemek için de kendisindeki hayvanı bilmesi/tanıması
gerekir.
Yolcunun bu yaşam yolunda bilmek zorunda
olduğu esasen kendisidir. İnsanı, insanını evvela kendisinde bilmek zorundadır.
İnsanını, yani erkeğini ve kadınını. Jung’un terminolojisiyle söylersek, animasını ve animusunu. (Acaba animali
bir yerlerden hatırlıyor musunuz?)
Hakikati bütünüyle bilmek demek, kendini
bilmek demektir!
Hakikat, insanda, insanın kendisinde saklıdır
çünkü.
Bu temel
hakikatin kavranılması için önce şu türden sorulara cevap aramalı:
Dinî veya tasavvufî metinlerde,
peygamberlerden âlimlere, âriflere, sufî şeyh ve dervişlere varıncaya değin
manevî yönleriyle temayüz etmiş değerli isimlerin birçok hâllerinin yanısıra,
niçin bilhassa cinsel kuvvet ve
kudretlerine dikkat çekilir, hem de öyle komplekse filan kapılmaksızın?
Evet, Doğu bilgeliği cinsellik konusunda
abartılı aktarımlardan kaçınmak bir yana, niçin cinsel kudret ve kuvvet meselesini
özendirici bir tarzda sunar?
Abazan muhabbeti yapmak için değil elbette.
Hikmeti öğretmek için. Çünkü ruha, nefse, mânâya hâkim olan, bedene de, doğaya
da hakim olur.
Nefs üzerinde iktidar, beden üzerinde iktidar
demektir.
Bir sufinin su üzerinde yürümesi veya tayy-i
mekân eyleyip bir anda bir beldeden diğerine gitmesi ya da arslanları,
kaplanları dize getirmesi türünden aktarılan doğaüstü, hatta bazen akıldışı
anlatılar ile filan peygamber veya falan şeyh ya da velî, bir gecede bin
kadınla birlikte oldu, yahut bir kadınla bin kez birlikte oldu gibi anlatılar
arasında hiç ama hiç fark yoktur.
Mucize ile keramet arasındaki farkı
unutmayınız!
Bu tür anlatılar “Filan peygamber, velî ya da
şeyh bir vuruşta bin kâfirin kellesini uçurdu” ya da “bir ok attı yüz düşmanı
öldürdü” gibi rivayetlere benzer. Hakikati değil, pedagojik değeri daha
mühimdir.
Anlatı, ve anlatıda abartı bir sanattır. Daha
doğrusu sanatın kendisi abartıdan ibarettir.
Müstehcen anlatıların ayıp olmaması bu
pedagojik ilkeye binaendir. Etkileyerek öğrenmenin ve öğretmenin bir yoludur
abartı. Anlatanın da, dinleyenin de bildiği küçük bir ayrıntıdır. Nitekim
sadece Hz. Pîr-i Mevlâna’nın Mesnevîsi
bile cinsel anlatıların Doğu bilgeliğinin en önemli ifade tekniklerinden biri
olduğunu isbat eder.
Kime?
Öncelikle avama. Yani aydınlara.
* * *
Bu menkıbelerde esas itibariyle anlatılmak
istenen: mânâya hâkim olanın, maddeye de hâkim olacağıdır. Meditasyon
aracılığıyla yerçekimi yasasına karşı koyan, karşı koyabileceğini gösteren,
göstermek isteyen budist rahiplerin anlatıları da aynı klasik anlam dairesi
içinde yer alır.
Kamasutra veya Kung-Fu teknikleri,
Doğu bilgeliğinin, yani bir felsefî kavrayışın ürünüdürler.
Hepsi de manastır hayatının veya vahşet ve
gurbet içinde geçen yaşamın, çilenin, nefse hakimiyet savaşlarının ödülleridir.
Çin’de, Hindistan’da veya İslâm topraklarında...
Kısacası, bu insanlar alelâde şehvetten veya kavgadan uzak duruyorlarsa, bu tutumları bir zaaftan, bir noksandan kaynaklanıyor değildir. Bilâkis onlar sadece zihinlerini değil, bedenlerini de, bedenî güçlerini de nefislerine kul olmuş kimselerden daha iyi yönetirler. Aç gezerler ama toklardan daha güçlüdürler. Az uyurlar ama gerçekte hep uyanıktırlar. Kadınlardan uzak dururlar ama kadının doğasını en iyi onlar bilirler. Sessiz ve mütevazidirler ama gerekirse en iyi onlar dövüşürler, cesaret abidesidirler, vs.
Bu tipin bizdeki karşılığı abdalan-ı Rumdur, bir diğer tabirle
alp-eren dervişlerdir. Bektaşî, Mevlevî, Kadirî erlerdir. Hem alp, hem de eren. Hem asker, hem derviş. Hem gönlü pak, hem yüreği pek.
Böyleleri nefislerini yendiklerinde
düşmanlarını da yeneceklerini bilirler. Nefsi yenmek, şeytanı yenmek demektir;
içerideki şeytanı veya dışarıdaki şeytanı...
Bedenî iktidarsızlık, ruhî iktidarsızlığın
sonucudur. Bedendeki her kusur, ruhtaki
sorunun/sorunların belirtisidir; yani çiğliğin, hamlığın, ermemişliğin.
Sizin anlayacağınız ruh pişerse, beden de
pişmiş olur.
Aksi ise, aslâ varid olmaz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder