7 Aralık 2010 - Taksim TZT
Rönesans kavramsallaştırması XIX. yüzyılın ikinci yarısında neşredilen iki
kitapla birlikte yaygınlaşmıştır:
2. Jacob Burckhardt, Die Kultur der Renaissance in Italien (1860)
Bizim bu derste, kuramını Panofsky’nin
kuramıyla karşılaştıracağımız kişi, Heinrich Wölfflin (1864-1945), sanat
tarihini bağımsız bir bilim haline getirmeye çalışan ilk nesil kuramcılardan
olup Jakob Burckardt’ın talebesidir.
XIX. yüzyılda düşünmek demek, biraz da
Hegel’in gölgesinde düşünmek demektir. Hegel’in gölgesinde düşünmek ise, sistemli düşünmek, yani bir sistem
dahilinde düşünmek demektir. O devrin düşünürlerinde dünyayı bir bütün içinde,
bir kesinlik içinde kavramak, bu kavrayışı ise tutarlı bir sisteme kavuşturmak
arzusu baskındı.
Elde edilmesi gereken, Mutlak (Absolute) idi. Unutmamalı, bir yanda güçlü Prusya
monarşisi, diğer yanda Hegel idealizmi. Wölfflin işte bu geleneğin çocuğudur.
Şayet bir bilgi kümesi bilim haline getirilecekse, önce o kümenin nesnel koşulları temin edilmelidir. Nesnelliği/kesinliği ne temin
eder? Biçimsel ilkeler. Değişmez, sabit kurallar. Relatif ve subjektif olandan
kaçmak, absolut ve objektif ölçüler bulmak, işte XIX. yüzyılın en büyük
sevdası. Wölfflin’in açıklama modelinde biçimciliğin ağır basması bundandır.
Bugünkü anlamıyla özün de, içeriğin de hiçbir değeri yoktur, önemli olan biçimdir, yani biçimsel (formel)
ilkeler.
Wölfflin’i kendisiyle karşılaştıracağımız
diğer kuramcı Erwin Panofsky (1892- 1968) XX. yüzyıla damgasını vuranlardan.
Belki de en belirleyicisi. İkonografi
ve İkonoloji yazısının tarihi 1936
olmakla birlikte Wölfflin’e yönelik ilk eleştiri yazısının tarihi 1915.
Panofsky’nin düşüncelerini geliştirdiği çağ,
mutlak’ın peşine düşemeyeceği kadar değişkendir. İki dünya savaşı arasıdır.
1905’te Einstein’ın görelilik teorisi ilan edilmiş, Newton fiziğinin yerini
çoktan Kuantum Fiziği almıştır. (Bilimin yönünü tayin eden üç büyük teori:
Einstein’ın görelilik ilkesi,
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi,
Gödel’in tamamlanmamışlık ilkesi.)
Wölfflin XVI. yüzyılı klasik, XVII. yüzyılı
ise barok dönem olarak tanımlar.
Leonardo (öl.1519), Rafaello (öl.1520),
Holbein (öl.1524), Dürer (öl.1528), Cranach (öl.1553) Michelangelo (öl.1564),
Tiziano (öl.1576) gibi XVI. yüzyıl ressamları içerisinde Klasik sanatı karakterize eden örnekleri Wölfflin bilhassa
Leonardo, Rafael, Dürer, Tiziano’nun tablolarından verir.
Bu arada hemen XVII. yüzyıl ressamlarını da
hatırlayalım: Tintoretto (öl.1594), Caravaggio (öl.1610), El Greco (öl.1614),
Rubens (öl.1640), Velasquez (öl.1660), Rembrandt (öl.1699).
Barok’un ustaları ise Tintoretto, El Greco,
Velasquez, Rubens ve Rembrandt.
Wölfflin’e göre aslında her asrın klasik ve
barok dönemleri vardır. Empresyonizm XIX. yüzyılın barokudur. David’lerin,
Ingres’lerin XIX. yüzyıl başındaki neo-klasik tutumlarına karşı, burada empresyonizm hatırlanabilir mesela.
Gerçekten de empresyonizm bir tür Barok
tepkidir.
Baudelaire’in ayırımıyla, coloristler (renkçiler) desenistlere
(çizgicilere) karşı çıkmak zorunda kalmışlardır.
XX. yüzyılın sonunda, tesadüfe bakınız ki
bambaşka nedenlere bağlı olarak yine tekrar çizgicilik
önem kazanmıştır. (Cezanne’ı takiben Kübistler.)
Wölfflin’e göre, klasik sanatı karakterize
eden beş temel ilke şunlardır:
1. Linear
(çizgisellik)
2. Fläche
(yüzeysellik)
3. Geschollessene Form
(kapalı/tektonik biçim)
4. Vielheit (çoklukta
birlik)
5. Clarheit (açıklık)
Buna mukabil Barok sanatı karakterize eden
ilkeler ise şunlardır:
1. Malerisch
(gölgesellik) [Pitoresk’in
Almanca’daki karşılığı]
2. Tiefe (derinlik)
3. Offene Form
(açık/atektonik biçim)
4. Einheit (birlikte
birlik)
5. Unclarheit
(kapalılık)
(Bu ilkeler 100’ü aşkın tablo sunumuyla
dersler boyunca açıklandı.)
Wölfflin’in Klasik-Barok ayrımı
karakteristikler üzerinden yapılan bir ayrımdır. Oysa Klasik sonrası
Michelangelo’yla uç veren maniyerizmi “Erken Barok” olarak adlandıran, keza
Rokoko’yu da “Barok’un son evresi” olarak gören sanat tarihçileri de vardır.
Maniyerizm için “bir üslûb değil, o bir hava, bir ruhtur” da denir. Başka bir
deyişle, maniyerizm biçim (form) de
değildir, biçem (style) de.
Michelangelo’nun klasik formları darmadağın
eden adam olması dikkatten kaçmamalı!
Wölfflin de hem coğrafyanın, hem de sanatçının
mizacının sanatına etkisini ihmal etmiştir, denilemez, sadece belirleyici
görmemiştir. Niçin? İki dönemi birbirinden ayırmaya yarayacak en temel ilkeleri
sıkı sıkıya tesbit etmek için.
Tasnif ve taksim gerçekte tanımlamanın bir
biçimidir. Önemli olan, bir tablonun subjektif özelliklerini paranteze alıp
bakan herkesin üzerinde ittifak edeceği objektif belirtileri sınıflamaktır.
Wölfflin biçimcidir. Ona göre esas olan
formdur, biçimdir. İçerik değil. Başka bir deyişle öz, içerikte değil, biçimde
aranıp bulunacak şeydir.
Rönesans döneminde, Ortaçağın tam da aksine,
Meryem Meryem olarak, Zeus Zeus olarak çizilir. Böylelikle bu
dönemde biçim-içerik birleşir, yani formlar kendilerine özgü içeriklerini
bulurlar. (Önceden Hıristiyanlık Grek ve Roma formlarına dinî içerik
kazandırmıştı.)
Wölfflin’in ilkeleri objektiflik iddiası
taşıdığından sanat eserindeki subjektif unsurları dışarıda bırakmaya özen
gösterir. Örneğin Caravaggio’nun veya Van Gogh’un kişisel öyküleri eserleriyle,
üsluplarıyla doğrudan bağlantılıdır, ama bu Wölfflin’i birinci dereceden
alâkadar etmeyecektir.
* * *
1915’te Panofsky Wölfflin’in biçimciliğine
itiraz etti. 1936’da doğrudan biçim kadar içeriğin de önemini savundu.
İçerik nedir? Panofsky’ye göre, içerik, sanat eserinin ifşa ettiği ve fakat
afişe etmediği şeydir (... as that which
a work betrays but does not parade).
Wölfflin biçimciliği Hegel idealizmine
yaslanıyordu. Daha tümdengelimciydi. Aksiyomları artarda sırala ve bütünü
açıkla. Başka bir deyişle bütünü ilkelere göre yeniden inşa et.
Panofsky Viyanalı bir yahudidir. II. Dünya
Savaşı sırasında Amerika’ya göç etmiştir. Kendisini hümanist olarak tanımlar,
ve sürekli hümanist metinlere atıf yapmaktan hoşlanırdı. Arkadaşlarına
söylediği şu söz meşhurdur:
Gereksiz bilginin kıymetini bilin!
Markist jargonda biçim-içerik ayrımı yaygın olarak kullanılır. Biçim, doğası gereği,
olumsuzdur. Çünkü zihinseldir. (İdealizm)
Buna mukabil içerik daha maddî, daha somut,
dış dünyayla irtibatı daha belirgindir. (Realizm)
Biçim’in yaşama uzaklığı belirgindir.
Duygulara.
İkonoloji
ve İkonografi
Önümüzde üçlü bir sistem var:
1. Ön-İkonografi
(Tanımlama)
2. İkonografi
(Çözümleme)
3. İkonoloji
(Yorumlama)
Burada grafi
ve loji eklerinin anlamına dikkat.
Meselâ etnografi ile etnoloji.
Grafi yazı demektir, şekli temsil eder. Pornografi’nin
grafisi iyi bir örnektir. (Ya da: geografia)
Loji ise logos’tan gelir, tıpkı logik
(mantık, akıl) gibi. Loji’nin grafi’ye nisbetle tasvirden çok tahlilî bir
karakter ihtiva ettiği açıktır. Bu nedenle ilk iki aşama (ön-ikonografi ve
ikonografi) fenomenal, son aşama
(ikonoloji) ise essentialdir.
Fenomenal olan biçime, essential olan ise içerike
karşılık gelmektedir.
Biçim
Ön-İkonografi
İkonografi
İçerik/Öz
İkonoloji
Başka bir deyişle,
İkonografi = biçim (fenomenal)
İkonoloji = içerik (essential)
Ön-ikonografik tanımlamanın konusu ikiye
ayrılır:
a) Factual meaning (olgusal anlam)
b) Ekspressional meaning
(ifadesel)
Bir olguya baktığımızda ışığı, rengi, hacmi
algılarız. Hususi bir eğitim almanın gereği yoktur. Bireysel tecrübe
yeterlidir. Sözgelimi gördüğümüz bir figürün erkek veya kadın olduğunu
tanımlamamız factual (olgusal), o suretin güzel, sevimli, hırçın, cadaloz
olduğunu hissetmemiz ise expressional
(ifadesel) bir nitelik taşır.
Olgusal ve ifadesel tanımlama için kişisel
tecrübe yeterlidir. Hissedilen şey expressional
olandır.
Tablodaki çiçeğin gül, lâle, menekşe, vs. ne
olduğunu bilmek factual, ne
hissettirdiğini bilmek expressionaldir.
Ya da şöyle: duyular = factual,
duygular = expressional.
Pre-ikonografik tanımlama: bilgiççe.
İkonografik çözümleme: bilgince.
İkonolojik yorumlama: bilgece.
İlk aşama olan ön-ikonografik tanımlamalardan
sonra, ikonografik çözümleme gelir. Conventional
meaning.
Yani uzlaşımsal
anlam. İşte burası kişisel tecrübenin sona erdiği yerdir. Eğitimden
geçmenin, tarihsel bilgiyi özümsemenin gerektiği yer.
Bir tablo tasavvur ediniz:
Yüz
hatları gerilmiş, çatık kaşlı bir kadın, elinde bir kılıç, önündeki tepside ise
gövdesinden koparılmış bir insan kellesi.
Bu açıklamalar ön-ikonografik niteliktedir.
Olgusal ve ifadesel.
Kimdir bu kadın?
Kılıca ve kelleye bakılırsa Yudit.
Tepsiye ve kelleye bakılırsa Salome.
Salome olamaz, çünkü Hz. Yahya’nın başını
başkaları kestiği ve kendisine tepsi içinde sunulduğu için kılıcın
resmedilmesine gerek yoktu.
Yudit olması da ilk bakışta şüpheli, çünkü
Holofern’in başını bizzat kendi kılıcıyla kestiyse de onu bir tepsiye koymadı.
Ayrıntılı araştırmalardan sonra bu tablonun
Yudit’i betimlediği kesinleşiyor.
Nasıl?
Sanat tarihi bilgisiyle.
1.
Ön-İkonografi:
Bir adam şapka çıkarıyor. (Factual)
İyi niyetli. Selam veriyor. (Expressional)
2.
İkonografi:
Şapka çıkarmak, Ortaçağ’da şövalyelerin geleneksel davranışının uzantısı. “Emniyettesin, benden sana bir zarar gelmez” anlamını taşır. (Conventional)
Bir Çinli böyle bir tabloyu görse, bu anlamı
çıkaramaz. Kendi kültüründe karşılığı olmadığı için.
Şapka çıkarmanın kökenindeki anlamlar
uzlaşımsal’dır. Eskilerin tabiriyle bir muvazaa
mahsulüdür. Bu muvazaa (toplumsal
uzlaşım/uylaşım) bilinemezse tablo yorumlanamaz.
Doğuştan bu bilgilere vakıf olunamaz, bu
yüzden sanat tarihi okumak, uylaşımsal anlamları öğrenmek gerekir, kişisel
yetenek yetmez.
Panofsky’ye göre nedir bunlar?
Sırasıyla: imgeler,
öyküler, allegoriler.
Ön-İkonografik tanımlamanın malzemesi sanatsal motifler, İkonografik
çözümlemenin malzemesi imgeler, öyküler,
allegoriler, İkonolojik yorumlamanın malzemesi ise sembollerdir.
Panofsky, her aşamada yapılacak hataları
düzeltmek için bazı ilkeler de sunar. Başvurulması gereken kaynaklar:
1. Tanımlama aşamasındaki hataları düzeltmek için stillerin tarihi
2. Çözümleme aşamasındaki hataları düzeltmek için tiplerin tarihi
3. Yorumlama aşamasındaki hataları düzeltmek için sembollerin tarihi
3.
İkonolojik Yorumlama
Bu son aşama özseldir. Çünkü içerikle ilgilidir. İçerikle, yani içsel anlamla. İçsel anlamın yorumu fenomenal değil, essentialdır. Kabuktan sıyrılıp özle ilgilenmektir.
Gerçekte biçim-içerik tartışması burada
başlar.
İkonografi = Biçim (fenomenal)
İkonoloji = İçerik (essential)
Biçim-İçerik ayrımının kökü Aristotelesçi
madde-sûret ayrımına kadar gider. Ancak burada içerik yanlış olarak
Aristotelesçi madde-suret
karşıtlığına indirgenmemelidir. (Materie-Form)
* * *
Erotik olan göstermek istediğini göstermez ama
sezdirir. Pornografik olan ise göstermek istediğini apaçık gösterir.
Gösterdiği, göstermek istediğidir. Hakikatsiz tezahürdür. Ve bu yüzden de sanat
değildir. Sanatın özünde dolayım vardır. Dolaylı anlatım.
İşaret eder, îma eder, sezdirir ama gözünün
içine sokmaz.
Adı üstünde sanat temsildir. Gerçeğin kendisi
değil, vekilidir. (Mimesis)
* * *
Hatırlanacak olursa içerik’in tanımı şöyleydi: Sanat eserinin ifşa ettiği ve fakat afişe etmediği şey.
İfşa ediyor, yani söyleyeceğini aslında
söylüyor, ama doğrudan afişe etmiyor. Keşfedilmeyi, çözümlenmeyi, yorumlanmayı,
açıklanmayı bekliyor.
Bu nedenle Panofsky’ye göre, içerik
konusundaki hatalar ancak “sembolik formların bilgisi”yle düzeltilebilir.
* * *
Şimdi Panofsky’nin ne yapmaya çalıştığını, neyi eleştirip kimlerin mesaisine dudak büktüğünü anlamaya çalışalım:
Karşısına aldığı yorum otoriteleri akademisyenler... Tanımlamanın ve
çözümlemenin sözde objektif kurallarını
yerine getirmekle sanat eseri hakkında son sözü söylediklerine inananlar...
Bir sürü ayrıntıyı ezberlemek tek başına
kişiye yorumlama gücü kazandırmaz. Akademik detaycılık, ancak fenomen hakkında
konuşmaya yarar. Malumatla tasvir yapılır, hatta tahlil yapılır ama tefsir
yapılmaz.
Öz içerikte kendini gizler. Sormak gerekir
sanatçı ne demeye çalışıyor diye?
Sanatçının kişisel özelliklerini,
psikolojisini, mizacını bilmek gerekir. Bir de dünyagörüşünü.
İkonografi için gayret, ikonoloji içinse sezgi
gerekiyor. Sezgi yoksa, ayrıntıların bilgisiyle şişinmek hiçbir işe yaramaz.
Özü çıkarmayı bilmeli.
Öze gelinmez ve kabukta kalınırsa, sanat eseri
yorumlanmış olmaz.
Yorum gücü sezgiseldir. Yani terkib kabiliyeti
gerektirir, çözümleyici değil, (farklı alanlardaki bilgileri) biraraya
getiricidir.
Kupkuru bir ruhla yorum yapılamaz. Dinî
hassasiyet yok, duygusal incelikler yok, felsefi vukufiyet eksik, sanatçının ve
sanat eserinin içinden çıktığı ortama nüfuz yok. Böyle devrin iktisadından,
siyasetinden, biliminden habersiz bir biçimde yorum sezgisi gelişmez.
Yorumlananın da, yorumcunun da dünyagörüşü
önemli.
Bir dindar, Courbet’nin L’Origine du Monde (1866) tablosunu nasıl yorumlayacak? Müstehcene
nasıl yaklaşacak?
Sanatçının ve yorumcunun dünyagörüşleri arasındaki
mesafe yorum sezgisini zayıflatır, empatiyi köreltir.
Yorum subjektiftir. Özün bilgisi nesnel
paylaşım olanaklarını tahrib eder. İster istemez.
Wölfflin bu kadarına tahammül edemezdi:
Sanatçı ne demek istiyor? Bu sorunun cevabı onun beklentileriyle örtüşmüyordu.
O kendince XIX. yüzyılın ruhuna uygun olarak daha yüksek bireşimlerin, daha
derin ilkelerin peşindeydi.
Sanat eserini yorumlarken sanatçının farklı
alanlardaki bilgisi ve ilgileri çok önemli. Katmanlı anlamları çözebilmesi
için.
Panofsky’ye göre bir yerden sonra sanatçının
da ne demek istediğinin bir önemi yoktur. Çünkü sanatçı, farkında olmaksızın,
kendi asrının dünya-görüşünü aktarır, ve o pekâlâ bunun farkında da
olmayabilir.
Sanat eserinde verilmek istenen anlamların
hepsi sanatçının tekelinde değildir.
Wagner’e ne demeye çalıştığı sorulduğunda şu
cevabı vermiş:
Bir yandan yaratırken, öte yandan açıklayamam!
Postmodern yaklaşımda yazarın ve sanatçının
ölümü gerçekleşmiştir. Okur (ve seyirci) metin hakkında en az yaratıcısı kadar
söz sahibidir. Artık geçerli olan yorumun öznelliği ve çokluğudur..
Bir sanat eserine yönelik bütün yorumların
hepsi aynı anda doğru olabilir mi?
Yazılı metinlerle sanat metinlerinin yorumu
aynı ilkelerden mi hareket eder?
Kutsal metnin, şiirin, romanın, temelinde kelime var, dil var, uylaşım var (conventional meaning), oysa plastik
sanatlarda öyle mi? Resimde, heykelde, mimaride?
Ve pek tabii ki müzikte? (Umberto Eco, müziği,
resmi, heykeli açık yapıt olarak
adlandırır ve yorum serbesttir der. Çünkü yorumu doğrulayacak nesnel ölçütlerin
olmadığına inanır.)
XIX. yüzyılda, sanat tarihçiliğine (bir bilim
dalı olarak) objektif kriterler bulmak çağın isteği idi, çağın ruhunun
gereğiydi. XX. yüzyılda da Panofsky’de bu ilkeler daha subjektif bir mahiyet
taşıyor, aynen çağın gerektirdiği şekilde.
Postmodernist tutum yorumun kesinliğini değil, öznelliğini ve çokluğunu
esas aldı.
Yapıbozumculuk (deconstruction) açısından
hiçbir yorumun meşruiyeti yoktur. Daha doğrusu her yorum aynı derecede
geçerlidir. Yorumcu ile sanatçı arasında öncelik
hakkı (jus primae noctis)
yoktur. Kimse masaya el koyamaz.
Gadamer’e göre, yorumlama esnasında
önyargılarından vazgeçmen gerekmez. Ancak yine de bir sanat eserini yorumlamak
için dünyagörüşümüz bize sınırlarını zorlama iznini vermek mecburiyetinde.
Üzerindeki baskılara göğüs geremezsen nasıl empati kurabilirsin, tasalluttan
uzaklaşmadıkça nasıl yorumlayabilirsin?
Gadamer aynı zamanda şöyle derdi:
Önyargı
anlamanın koşuludur.
Toplumsal çarpıklıkları telafi etmek için
toplumdan bir şey beklenmez.
Yorumcunun kendi irfan düzeyi (sezgisi)
önemli. Kendini tadil ve tamir edebilmeli. Tadilatı bizzat kendisi yapmalı.
Karşındaki dünya ile irtibat kurabilmek için, o dünyayı değiştiremeyeceğine
göre, önce kendinde ayarlamalar yapabilmelisin.
Yorumlama sanat eserine müdahale etmekle
kalmaz, yorumcunun bizzat kendisinin kendisine müdahale etmesi de gerekir.
Yorumcu irfanını derinleştirdikçe yorumlarının
isabet değeri artar. Perdeler kalkmadıkça bir sanat eseri hakkıyla
yorumlanamaz. (Kendini yorumlamayı bilmeyen başkasını nasıl yorumlasın?)
Nokta-yı
nazar bakışaçısı demek. İşte ayarı bu noktada yapmak
lâzım. Oradan da, buradan da bakmayı öğrenmek lâzım.
İçeriğin bilgisi subjektiftir. Objektif öz
olmaz.
Sanatçının dünyasıyla sağlıklı irtibat
kurabilmek için yorumcunun önce kendi dünyasını tamir ve tadil etmesi gerekir.
Bu teşebbüs ise onun tüm yaşamını etkileyecektir. Çünkü iç-dünyada tasallutlardan
kurtulmanın ve duvarları yıkmanın dış-dünyada ödenmesi gerekli bir maliyeti
vardır.
Kendi ruhunda düzenleme ve düzeltme yapamayan
yüksek sanat eserlerini yorumlayamaz.
Büyük sanatçılar kendi zamanlarının ötesine,
ilerisine geçmeyi başarabilenlerdir. Bunun bedeli ise ya erken ölümdür, ya
çıldırmak. Kendi döneminin genel geçer anlamları dışında yeni anlamlar görebilen
kişi gerçek sanatçıdır. Kassandra hatırlanmalı. Kehanet tanrıçası. Önceden
görür ama bir şey yapamaz. Çıldırır bu yüzden.
Mevlana’yı anlamak için Farsça bilmen yetmez,
önce adam olman gerek.
Aleksandre Koyré ne güzel demiş, değil mi?
Platon ve Aristo’yu anlamak için Yunanca bilmek yetmez, felsefe
de bilmek gerek!
Enginleri görebilmek için zirvelere tırmanmayı
göze almalısın! Ancak zirveyi görmek istiyorsan bu sefer zahmet edip dağın
eteklerine yönelmelisin. Çünkü dağların zirveleri en ulu biçimde eteklerinden
görülür.
Yüce’yi, yüceleri mi anlamak istiyorsun, o
halde toprağa secde et!
Düşüncenin ve sanatın toprağına.
Hz. İnsan’a.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder