Daha yüksek manevî makamlara ulaşmak için çabalayan müslümanın özlemini yansıtan hüznün, Hıristiyan kültürünün cehennemî karanlık ve umutsuzluğuna benzer bir tarafı yoktur!
Hüzün ve umutsuzluk.
Turgut Cansever’in yukarıda alıntıladığım
sözünde karşı karşıya gelen iki duygu. Biri müslümanca hüzün, diğeri
hıristiyanca umutsuzluk. Ve kasvet.
Dünyanın iki ayrı biçimde kavranışı. İnsanın
üzerinden çıkmayan leke, ilk günahın o silinmez yazgısı.
Hıristiyanî umutsuzluk ve suçluluk duygusu, Orta Çağ karanlığı masalını büyük ölçüde
doğrular. Düşüncesiyle ve sanatıyla.
İsa. Hıristiyanlığın nazarında yarı insan,
yarı tanrı değil. Aslâ! Bilâkis hem insan, hem tanrı. Eşit derecede.
Çarmıha gerilmiş bir tanrının gölgesinde
huzursuz ve ıstıraplı bir kasvet. Karanlık ve gölge. Az ışık, ama çok gölge.
Daima gölge. Hep gölge. Karanlık ve kasvet.
Rönesans sonrası Barok tenebrismo’su bile çok
masum kalır işaret ettiğim Ortaçağ kasvetinin yanında. Çok masumdur
Caravaggio’nun (öl. 1610) o koyu, kopkoyu Barok gölgeciliği. Çünkü artık
Doğu’nun ışığı vardır modernlerin paletlerinde. Ve İspanya’nın. Endülüs’ün.
Garip ama katedrallere soneler yazmış bir
yontucudur Rodin.
Düşünen
Adam heykeli, 1888’de Kopenhag’da sergilendiğinde,
hangi adı taşıyordu dersiniz?
ŞAİR.
Niçin? Çünkü Cehennem Kapısının üzerine yerleştirdiği düşünen adam, bir şairdir:
Floransalı Dante. Santa Croce’de üşüdüğüne bizzat tanık olduğum zavallı Dante.
Gölgeye aşina bakışları şu yorumu yaptırır
Rodin’e:
Eski kiliselerin kapı sundurması incelendiğinde eski gotiğin
üstünlüğü hemen ortaya çıkıyor: Adeta —elbette mimarî olarak inşa edilmiş— bir
mağara, bir in. (...) Gotik sanatın temel ögesi, sivri kemerden çok bu mağara
izlenimidir.
Katedraller! O korkutucu ve sevimsiz
karanlığın tapınakları.
Ne zaman bir katedrale girsem üşürüm. Çokluk
nefes alamayacak gibi olurum. Yıllarca sebebini bilmeden üşüdüm. Hepsinde.
Alman, Fransız ve İtalyan katedrallerinde.
Tek istisnası İspanya. Endülüs.
Granada’nın katedralleri. Kurtuba’nın. Sevilla’nın.
Şaşırmayınız, Endülüs katedralleri
aydınlıktır. Orada başka bir ışık vardır. Hıristiyanlığın tanımadığı bir ışık.
Kölner Dom’a yeni eklenen vitraylar ilk kez bir Alman katedralini ışıtıyor.
İstanbul ışıltısı, şimdi Kölner Dom’da, inanmıyorsanız, gidip bakınız.
Bu tesbit tamamiyle hakikattir, ve şayet
istersek, güneşin battığı topraklarda (Abendland) karanlığın kökenine ışık
düşürebileceğimiz çok sayıda tanıklık bulabiliriz.
Meselâ İngiliz felsefeci Edmund Burke’ün (ö.
1797), yüceyi ve yüceliği oluşturan
teknikler üzerine karaladığı şu satırlar, sadece Hıristiyan mimarisinin değil,
Batı düşünce ve sanatının iktidarın rengi olan karayı ve karanlığı niçin
sevdiğini de ortaya koyuyor:
Yüce kavramını
uyandırmak üzere tasarlanmış bütün yapılar, iki nedenden dolayı epeyce loş ve
kasvetli olmalıdır:
İlk olarak, bizzat karanlığın diğer durumlarda tutkular
üzerinde ışıktan çok daha fazla etkisi olduğu tecrübeyle sabittir.
İkinci olarak da, onu doğrudan aşina olduğumuz nesnelerden
mümkün olduğunca farklı hâle getirmemiz gerekir. Bu nedenle, bir binaya
girdiğinizde açık havadan daha aydınlığa geçemezsiniz; birkaç derecelik daha
loş bir yere girmek yalnızca önemsizce bir değişiklik sağlayabilir ama geçişi
bütünüyle çarpıcı hâle getirmek için, mümkün olan en fazla aydınlıktan,
mimarinin amaçlarına göre mümkün olan en karanlık duruma geçmeniz gerekir.
Katedrallerin, Rodin’e niçin birer mağara ve in hissi verdiğini anlamak, sanırım şimdi biraz daha kolaylaşmış
olmalı.
Turgut Cansever, “Batı kültürünün herhangibir
döneminde müslüman tevazûuna benzer bir (mimarî) ifade bulmak çok zordur!” der.
Bu mimarî tevazûun insanî anlamını
temellendirebilmek maksadıyla, hiç üşenmedim, gidip arşivimden Journal des
Débats’nın 30 Mart 1883 tarihli nüshasını çıkardım. Sorbonne’da verdiği L’Islamisme et la Science başlıklı konferansında, Fransız pozitivist
Ernest Renan’ın, üstelik baştan aşağıya İslâm’ı ve müslümanları aşağıladığı o
tarihi konuşmada ağzından kaçırdığı söz şudur:
Je ne suis jamais entré
dans une mosquée sans une vive émotion, le dirai-je, sans un certain regret de
n’être pas musulman! (Hiçbir zaman bir Cami’ye güçlü bir coşku
hissetmeksizin, hatta itiraf edeyim, müslüman olmadığıma hayıflanmaksızın
girmiş değilim.)
İşte binalarımız bu mimarî tevazûun ışığını
kaybettiği gün haysiyetini kaybetti.
Boğaz Köprüsü’nü aydınlatmak için seçilen o
anlamsız, o iğrenç ışık kompozisyonları kadar bu toprakların ruhuna yabancı ne
var İstanbul’un omzunu örten o güzelim mavi şalın üzerinde?
Renklerin de bir dili olduğunu düşünmediği
için renk seçmeyi bilmeyen ve gökdelenlerin hayvanî heybetinden rahatsız
olmayan danışmanlar bilincinin mânen vaftiz edildiğinden aslâ şüphe etmem.
Danışmanların
bilinci, ancak İstanbul’u işgal eden ordunun komutanı Fransız General Franchet
d’Esperey’in şehre girerken bindiği beyaz atınki kadar beyaz! Kirli beyaz.
Ey talib, işte sen, işte eserin, işte kudret ve iktidarın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder